17 Nisan 2010 Cumartesi

Vuslat'a 5 kala

Başlığın konuyla alakası var mı bilmiyorum aklıma geldi yazdım. 1993 yılıydı ilk Kadıköy deplasmanımı yapmışım, 14 yaşımdayım. Babamın yanında çalışan bi abi emanet almış beni. O zaman maraton tribünün fiyatı 150.000 lira, ratio olarak değerini bilemiyorum ama ben almaya kalksam koymayacak bir para onu hatırlıyorum yani ucuz. Tribüne giriyorum ilk başta yarı yarıyayız sonra bizi kaydırdıkça kaydırıyorlar kenara. Rakip tribünden çıkan ses gök gürültüsü gibi, maçta da mağlup oluyoruz. Hayırsız bir debut yani. Bileti hala bende saklı. Ertesi gün sınıftaki çakma fenerli kız biletin arkasına not yazıyor "aman sakla, nasıl koyduk ama". Saklıyorum hakkaten. O günden sonra girmemize izin verilmeyen ve askerde olduğum için intikal edemediğim iki maç dışında her yıl gitmişim Kadıköy'e. 17 yıl olmuş...

Maraton'da, Eski açıkta, numaralının kıytırık bir köşesinde ve şimdiki yerinde sırasıyla maç izledik. Ve yarın bir yenisi ekleniyor, 17 yıl önce yaşadığım heyecandan çok da farklı değil Kadıköy deplasmanı. Haftalar öncesinden saymaya başlıyorsun günleri haftaları. Babam bu kadar stres olmama hep kızardı, muhtemelen hala da kızıyor. Her yıl, önce Beşiktaş'a gidip ordan tekrar Kadıköy'e geçmenin, maçtan sonra 1 saat bekleiyp evinle alakasız yerlere yarım saat yürümenin mantığını anlatamıyorum kimseye. Böyle bir akşam önceden de gözüme uyku girmez oluyo. Şimdi iki tane daha absolut içsem stada gidecem "GELİYORUZ" diye yazı yazacam sağa sola.
Neyse bu gece Fener maçı gecesi, eski maçlar var tv'de alkol eşliğinde izleyip motive olalım.

Valla msn'de online olsan bu kadar mesut olamam şu an :)))

BURAAASI BEŞİKTAŞŞŞ

8 Nisan 2010 Perşembe

Roma'nın Prensi



"İtalyan şirketinde çalışıyor olmanın ve Mayıs'daki Roma ziyaretinin verdiği gazla bir Totti yazısı iyi oldu."

Bazı insanlar vardır. Yaptıkları mesleğe özel anlamlar yüklerler. Salt para kazanmak için yapılan bir iş değildir, tersine özverinin amacı para kazanmaktan ziyade beslenen sevginin karşılık görebilmesi umududur... Yapılan işte sevgi olmak zorundadır özverinin olması için, daha da önemlisi başarılı olmak için. Futbolculuk bu kriterlere uyulmadığında yapılması en zor mesleklerden biri haline gelebilir. Nitekim O basit “Futbolcu” sözü aslında bir grubu, bir topluluğu hatta bir milleti temsil ediyor olabilir. O zaman anlarız ki bu meslek formasını severek giydiğiniz bir takımda icra ediliyorsa, alınan keyif kazanılan paranın çok çok önündedir. Hele de tuttuğunuz takımda forma giyme şansı yakaladıysanız... Doğuştan kalbinizin yarısını paylaştığınız evinizi, kız arkadaşınızı, okulunuzu geride bırakıp peşinden koştuğunuz, başarısı için dualar ettiğiniz benliğiniz, herşeyiniz takımınızın forması sırtınızda ve yıllarca oturduğunuz tribünler arkanızda sizin adınızı bağırıyor ne yapardınız? Var olan tüm gücünüzü takımın başarısı için kullanmazmıydınız? Eğer var olan gücünüz yetmiyorsa güçlenebilmek için günlerce çalışmazmıydınız? Yapardınız muhtemelen.

O da öyle yaptı yıllarca sarı kırmızı atkısıyla yer aldığı Olimpiyat stadının güney tribününe ve aşkına hiç ihanet etmedi kendini onlara adadı ve başardı...

Sonbahar’ın yaz kavuruculuğundan kurtulup yavaş yavaş görevini ifa ettiği bir günde doğdu, 1976 yılıydı... Annesi Fiorella ve babası Enzo abisi Riccardo’ya benzemesi için koydular Francesco ismini... Henüz bir yaşındayken tanıştığı futbol topundan bir daha ayrılamadı. Yaşıtları çizgi film izlerken o devamlı olarak topla geçiriyordu mevcut zamanını.

Abi Riccardo ve onun arkadaşlarıyla maç yapmaya çalışıyordu küçük boyuyla ama kendinden yaşça büyükler içinde eziliyordu sürekli... Porta Metronia semti Roma’nın kenar tabir edilen gelir seviyesi düşük semtlerinden biriydi. Ailesi yokluk içinde olmasına rağmen Francesco ve Riccardo’yu futbolcu yapmaya niyetliydiler ve semt takımı olan Fortituda’ya yazdırdılar iki kardeşi, 1984 yılıydı... Abisi daha yetenekli ve daha güçlüydü ayağını kırana kadar...

Riccardo o tarihten sonra futbol oynayamadı, Francesco ise daha bir hırslandı daha çok çalıştı ve zaten varolan yeteneğin ortaya çıkmasını sağladı. Yıldız adayı oluvermişti kısa sürede ve henüz sekiz yaşında. Lodigiani isimli küçük bir takıma transfer oldu. Bu arada yıllar yılı sevgisinin esiri olduğu o kutsal formayı ve idolü futbolcuları olimpiyat stadının tribünlerinden izliyordu abisi ve babasıyla beraber. Çoktan hedefini belirlemişti.

Aşığı olduğu renklerin bir parçası olmak...
Henüz oniki yaşındaydı, İtalyan devi Milan ülkenin dört bir yanına gönderdiği scoutlarla yetenek avcılığı yaparken başkent durağında, doğmaya çalışan futbol güneşini farkettiler, antreman sahası yanında bu altın saçlı çocuğun adını sorduklarında; Antrenörü Francesco dedi “Francesco Totti”.



Hemen Milan alt yapısına alınması için teklifte bulunuldu, Milano’da her türlü imkan sağlanacaktı, masraflar eğitim vede ülkenin en büyük kulübünde forma şansı... Ama o tercihini çoktan yapmıştı ailesininde desteği ile elinin tersiyle itti Milan’ı. Artık sıra Roma’da idi burnunun ucundaki yeteneği kaçırmamak adına Totti’yi minik takıma aldılar... İlk hedefini gerçekleştirmişti Totti artık aşkıyla yandığı takımının bir parçasıydı ve sırada yeni hedefler vardı... Çok çalıştı, minik takımdan ikinci takıma yükseldi ama burada da fazla durmayacaktı 1993 yılında Sırp hoca Vujadin Boskov onu A takıma çağırmıştı ve Totti sadece on yedi yaşındaydı.

Aynı yıl 23 Mart’ta Brescia ile deplasmanda oynanan maçta ilk defa forma giydi. Mevkii si tam anlamaıyla forvet olmasa da gole yönelik bir oyuncuydu, orta alanda da oynayabiliyordu aslında tam anlamıyla forvet arkası denilen bir 10 numaraydı. Yeni hocası Carlo Mazzone daha çok forma şansı tanıdı Totti’ye 1994 yılında ilk golünü Foggia’ya attı. Yıllarca tribünde seyrettiği takımı adına bir şeyler başarabilmek hoşuna gitmişti.

Yeteneklerini farkedenlerden biri de Cesare Maldini idi genç milli takım teknik direktörü onu 18 yaş altı milli takım ile birlikte Avrupa şampiyonasına götürdü 1995 yılında finalde İspanya’ya 4-1 kaybeden takımın tek golünü atmıştı Totti... 1997 yılında Çek teknik direktör Zdenek Zeman’ın gelmesiyle Roma’daki en güzel günleri başlıyordu. Yaşı da yirminin üzerine çıkmıştı ki o sezon Roma adına onüç gol kaydetti.

Olimpiyat stadındaki kalabalık daha önce hiç bir oyuncusuna göstermediği özel bir sevgi beslemeye başlamıştı Totti’ye yıllarca edineceği bir çok lakaptan ilki olan “Küçük Prens” ismi yakıştırılmıştı ve Roma’nın küçük Prensi bu sevgiyi karşılıksız bırakmaya niyetli değildi. Sakat veya cezalı olduğu maçları kendi tribünü yerine fanatik Ultras taraftarının bulunduğu tribünlerde izlemesi aynı onlar gibi tezahürat yapması bunun ilk emareleriydi.

İtalya milli takım teknik direktörü Dino Zoff 1998 yılındaki İsviçre maçı için çağırdı Totti’yi, oynadığı futbol yeterince dikkat çekmişti artık. Fakat Zoff 98 Dünya Kupası kadrosuna almadı kendisini bunun sebebi halan bilinmiyor bu kadar formda ve genç bir oyuncunun neden oynamadığı? Zeman’ın taktiğinde Arjantin’li yıldız Abel Balbo’nun hemen arkasında oynayan Totti son derece başarılıydı. Uzaktan vurduğu sert şutlar frikik ve penaltı becerisi iyiden iyiye ortaya çıkmıştı ve “Küçük Prens” artık “Prens” olmuştu, Roma’nın Prensi...



Taraftarlar onu tüm futbolculardan daha çok seviyor daha çok ilgi gösteriyordu. Kendi tarftarlarının saha içinde aynasıydı o, ezeli rakipleri Lazio’dan nefret ediyor ve onlara gol attığı bir maçta Lazio tribünlerinin önüne gidip forması kaldırıp altındaki tshirtte yazanları gösteriyordu tribünlere “Vi ho purgato ancora” (sizi yine alt ettim çocuklar) Bu ve bunun gibi davranışları Roma tribünlerinin ve Ultras’ın Totti sevdasını fersah fersah katlaması demekti...

Daha da önemlisi yavaş yavaş tüm İtalya Totti’ye bir sevgi besliyor ve ulusal anlamda bir yıldız olmaya doğru ilerliyordu. Bunu başarabilmesi için önünde sadece bir engel kalmıştı...

2000 yılında Hollanda ve Belçika ortak düzenlediler Avrupa şampiyonasını. Totti, kariyerine yön vereceği bu çok önemli şampiyonada takımıyla yarı finale kadar geldi. Yarı finalde rakip ev sahibi Hollanda idi Amsterdam’daki karşılaşmanın normal süresi berabere bitmişti uzatmalardan sonra da penaltı atışlarına geçildi sırayla atılan penaltıların ardından sıra Totti’ye geldiğinde Çek futbolcu Panenka’nın yıllar önce Almanya’ya attığı penaltı golünün aynısını yolladı Hollanda kalesine. Topun dibine yaptığı vuruş havada süzülerek ağlarla buluştu. “Cucchiaio” ismi verilen bu aşırtma vuruş şeklinin uzmanlarından biri haline geldi Totti daha sonraları, ama o gün yaptığı vuruş yıllarca unulmayacaktı.



İtalya finaldeydi ve sadece bir adım kalmıştı şampiyonluk için. Rakip Dünya Şampiyonu Frasa idi. Elli beşinci dakika da 1-0 öne geçen İtalya son dakikaya da bu skorla giriyordu. Oyuncular yedek kuılübesinde kol kola şampiyonluk düdüğünü beklerken zaferin kokusu İtalya halkını sokağa dökmek üzere hazırlamıştı...

O dakikada Totti’nin taca bıraktığı bir top Barthez tarafından İtalya ceza sahasına atılıyor hazırlanan pozisyonda da Fransa beraberlik golünü atıyordu. Totti kendi anlatımıyla bir anda kulaklarında oluşan uğultuyla sadece etrafta olan bitene boş gözlerle bakabilmişti. Hayatında yaşadığı en büyük şoklardan biri yıkıma dönüşecekti sadece onbeş dakika sonra...

Totti muhteşem oynadığı finalde takımının kaybetmesiyle hüzün denizinde boğuldu. Maçın adamı kaybeden takımın oyuncusu olmasına alışık olmasak da “Francesco Totti” ismi anons edildiğinde anlamıştık; İtalya, kahramanıyla dönüyordu yurda... Totti hain ve zor İtalyan medyasında bile tek başına manşetti ertesi gün. Herkes ondan söz ediyor oynadığı oyunun milli takımlarına gümüş madalya kazandırdığından bahsediyordu. Roma’nın prensi halk kahramanlığına soyunmuştu.



Roma şehrinin diğer yakasındaki düşman kuzenleri saymazssak tüm İtalya’daki futbol tutkunlarının gözdesiydi Totti... Roma için yapamadığını Azzuri formasıyla yapmıştı. Artık bol bol transferi haberi vardı kendisiyle ilgili Real Madrid ve Milan haberlerin baş kaynağıyken Totti yıllar önce yaptığını yaptı başaracağı çok başarı ve yaşayacağı çok sevgi vardı başkentte herkesi herşeyi reddetti Roma’yı bile! Teklif ettikleri kontratı sezon sonuna saklamak istemişti çünkü prensin halkına armağan etmesi gereken bir hediye vardı...

Aslında bu geride kalan sezon çok iç açıcı değildi Totti için bireysel anlamda kendini görmek istediği yerlere ulaşmış olsa da takım bazında aynı başarıyı yakalayamadı bir türlü. Şampiyonluğu ezeli rakip Lazio’ya kaptırıp milli takımla Avrupa şampiyonluğunun eşiğinden dönmüştü... 99 yılında takımın başına gelmiş olan Fabio Capello şampiyonluk koymuştu takımın hedefini, planlarının içinde daha doğrusu en başında ise tabiiki Totti vardı.



O sezon Olimpiyat stadının Güney tribünü yirmi yıllık hasreti noktaladı, aşkının karşılığını yirmi yılda bir görebilmek ama yine de sevgisinden bir damla bile kaybetmemek tam tersine hasretin uzadığı her yıl daha bir sevgiyle daha bir tutkuyla takımlarına bağlanıp her maçta daha kalabalık olabilmek Roma taraftarına özgüydü... Totti’de en az onlar kadar fedakar olduğunu ıspatlamıştı, her yıl şampiyonluk tadabileceği Avrupa’nın zirvesine çıkabileceği çok daha fazla para ve lüks içinde yaşabileceği kulüplerin tekliflerine gülüp geçerek...

O yıl Roma bayramı yaşandı ve bitti ama artık prens “il Grande Capitane”( Büyük kaptan) olarak anılacaktı. Roma’lı nın her tezahüratında onun adı geçecek her pankartında onun resmi olacaktı takımları yenildiğinde yaşanılan üzüntünün sığınılacak limanıydı Totti. “Artık misyonu doldu transfer zamanı” diyerek kapıyı çalan futbol akbabaları usanmadan belki kaçıncı kez elleri boş dönecekti. Çünkü şampiyonluğun hemen ertesi kendi gidip kulübünün kapısını çaldı sözleşme yapmak için ve önüne ne koyulduysa imzaladı içeriğine içine bakmadan çünkü imza attığı kağıdın başındaki As Roma amblemi idi onu zengin eden ...

Kulübü hiç bir zaman hakkını yemedi Toti’nin çok yakın zaman da İtalya’nın en çok kazanan oyuncusu oluvermişti. İtalya’nın halk kahramanı oldu dedik ama başka bir şeyde ekledik medyanın hainliği. İtalyan medyası Totti’nin aldığı parayı ve oynadığı oyunu sürekli olarak karşılaştırıyordu onunda dışında çirkef bir futbolcu olarak lanse ediliyordu halka.

Bütün bu eleştiriler altında Uzakdoğu’ya uçtu Dünya Kupası için herkes ondan büyük başarılar beklerken ikinci turdaki Kore maçında kırmızı kartla oyun dışı kalıp basının eline iyice koz vermiş oldu. Artık İtalyan basınına göre aptal bir sarışındı o hakkında her gün fıkralar zeka seviyesini anlatan espiriler yayınlanıyordu gazetelerde... Prens zor günler geçiriyordu arkasında her zamanki gibi Roma tribünleri vardı ama yinede zordu herşey.

Kendini hayır işlerine vermeyi kararlaştırdı biraz kafasını dağıtmak için Unicef’in iyi niyet elçisi olarak görev aldı. Bir kitap çıkardı kitabın içeriği, etrafında onu eleşirenlere muhteşem bir yanıttı, kendisiyle ilgili yapılan ve yazılan bütün iğneleyici esprileri bir kitapta toplayarak satışa çıkardı hatta kendinden de ekledi. Ve televizyonda bizzat anlattı; Yayın evinin sahibi gelip kitap satışının bir milyona yaklaştığını söyler. Totti’de buna cevap olarak “ Bu imkansız ben sadece bir tane yazmıştım” der. Evet o kitap “Totti fıkraları” ismiyle neredeyse bir milyon sattı, haftalarca listelerden inmedi ve tüm geliri Unicef’e gitti. Böylelikle hem kendiyle yüzleşebildiğini gösterdi hemde ciddi yardımlarda bulunarak sevenlerinin gözünde yüceldi Totti...

2004 yılında yeni bir macera için Portekiz’e gitti ama o kadar kötü bir İtalya vardı ki kupada o da onlara ayak uydurdu hatta biraz da abarttı ve Danimarkalı Poulsen’e tükürdüğü için dört maç ceza aldı, zaten İtalya da ilk turu geçemedi... Yine zor günler bekliyordu Totti’yi çünkü defa hocası Capello ile de sorunlar yaşamaya başlamıştı ve bu sezon kötü gidecekti anlaşılan...

Nitekim öyle oldu sevdiği futbolcuları yücelten sevmediklerinide yerin dibine sokan Capello uğraşmaya başladı Totti ile, genç oyunculara şımarık Totti yerine çalışkan Emerson’u örnek almalarını öğütlüyordu sürekli Totti defalarca kampı terk etti ana hep haklı çıktı. Halkı prensine sahip çıkmıştı Capello lanetleniyordu Roma halkı tarafından... Sokakta bile yürümekte zorluk çekmeye başlamıştı taraftarın tepkisinden ve sonunda dayanmayıp gitti. Gittiğinde Roma çok zor durumdaydı, küme düşmeme mücadelesi veriliyordu ve Totti medyaya Capello’nun kendilerini zor durumda bırakıp gittiğini açıkladı kurnazca... halbuki kendisi de çok iyi biliyordu Capello’nun neden ve nasıl gittiğini. Hiçde aptal sarışın değildi.




Zor günlerini çabuk atlatmıştı çünkü İtalya’nın en güzel kadınlarından biri olan model “Ilary Blasi”ye aşık oldu Totti. Duygularını ve anlatmak istediklerini hep gol sevinçlerine yansıtıyordu ve bu defa da “Benzersizssin” yazısı çıktı formasının altından, bu açık evlenme teklifi kabul edildi ve Totti dünya evine girmeye hazırlanmaya başladı. Kilise önünden canlı yayınlanan nikah törenini İtalya halkı saatlerce izledi televizyondan. Zaten bir kaç ay sonrada Totti gol sevinçlerinde başparmağını emmeye başlamıştı oğlu Christian’ın doğum haberiydi bu, İki yıl sonra bir de kızı oldu.



Edindiği sayısız lakabın en sonuncusu “Sarı İlah” oldu. Roma’nın sarı ilahı hayatının hiç bir döneminde mükemmel olamadı, ofsayta da düştü, yalnış pas da attı ama bir halkın susamışlığının çaresi oldu onların içinden geldi ve onlar gibi davranmaya yaşamaya devam etti. Eline geçen hiç bir fırsatı değerlendirmedi ve Halkının kahramanı oldu. Yaşadığı aşkın karşılıksız olmadığını öğrendi, geçtiğimiz sezon kendisinin yaşlandığı ve verimsizleştiği söylentileri, tıpkı “aptal sarışın” olayında olduğu gibi yirmi altı gol ve Avrupa gol krallığıyla birlikte alınan altın ayakkabıyla tarihe karıştı. Yıllar önce boynunda sarı kırmızı atkısıyla izlediği sevgilisine verdiği sözü yerine getirmenin rahatlığı içinde yaşıyor artık. He bide emekli olur olmaz kale arkası tribününden bir kombine bilet almanın hayaliyle...