30 Nisan 2009 Perşembe

Savaş tanrıları Berlin'de! Olympiakos-Panathinaikos

Bu derbi portresi futbol tabanlı olsa da yazma veya hatırlatma amacımız yarın oynanacak Euroleague Final Four'udur. Yunan basketboluyla sınırlandırılamayacak derecede büyük olan iki kulüp kozlarını Berlin'de paylaşacak. Öncelikle maçın Berlin'de olması yabancı nüfusu açısından şehrin ikincisi konumundaki Yunanlılar'ı sevindirdi. Euroleague yetkililerini ise tedirgin etti, sebepleri aşağıda...


2001 yılının Nisan ayı... Atina-Pire otobanında yol alan bir otobüs, bir grup insan tarafından yola koyulan bazı engellerle durduruldu. Bu kovboy filmlerindeki posta arabası soygunlarını hatırlatan sahnenin aktörlerinin amacı elbette soygun yapmak değildi. Ama bu insanları otoban ortasında korumalı bir otobüsü durdurmayı tetikleyen sebep neydi...

1930 yılının Haziran ayı... Bükreş’ten Atina’ya gelen ve şehire henüz giriş yapmış olan otobüsü yolda bir insan kalabalığı karşılıyor. Otobüs durduruluyor ve içindeki insanlar aşağıya indiriliyor. Bu otobüs, 8-1’lik Romanya mağlubiyetini alan Yunan milli takımının otobüsü. Oyuncularının iki tanesi hariç tamamının Olympiakoslular’dan seçilmiş olmasını bu mağlubiyete bağlayan Panathinaikos taraftarları, futbolcu ve yöneticiler dahil tüm milli takım kafilesini tartaklıyor...

71 yıl sonra Pire yolunda durdurulan otobüsün sırrı da bu... Sebep bu olayla benzerlik göstermese de amaç aynı. Yani rakip oyuncuları sindirmek, hatta açıkçası onlara zarar verebilmek... 71 yıl öncesiyle tek fark, içerdekilerin ve dışardakilerin yer değiştirmiş olması. Otobüs Panathinaikos’lu sporcuları taşımakta, dışardakiler ise fanatik Olympiakoslular... Camlar kırılıyor, oyuncular tartaklanıyor, polis müdahele ediyor... Atina’da doğal karşılanan görüntüler tekrarlanıyor...
1930 yılındaki olay, doğurduğu sonuçlar açısından bir milattı... Helen halkının, post-modern dönemde edindiği tutkuları, savaş meydanlarında bastırması Grek medeniyetinin daha da önemlisi Akdenizliliğin bir gereği idi. Modern dönemlerde bastırılacak duygular elbette savaşlar olamazdı. Zira gelişen Dünya, global bir barış sürecindeydi 2. cihan harbi sonrasında... Milattan kastımız; Yunan insanının tutkusuna olan bağlılığını, yeşil sahalarda rakiplere nefret olarak yansıtmasının miladı... Futbol savaşının miladı... her şeyin ötesinde, dünya tarihine damga vurmuş bir spor rekabetinin miladıdır...

Dönelim tekrar 1930 yılına ve doğurduğu sonuçlara... Yaşanan bu otobüs olayının bir hafta sonrası iki takım Atina’da karşılaşacaklardı. Maçtan saatler önce on bin kişi tribünleri Yunan tabiriyle “sardunya yaprağı” gibi doldurmuşlardı. Bu rakam, dönemin stad kapasitesi ve spora olan ilginin yaygınlığı gözönüne alındığında ciddi bir rakamdı. Aslında herkesin amacı bir hafta önceki olayın getireceklerini yerinde görmekti. Maça İtalyan bir hakem getirilmişti, çünkü, hiç bir Yunan hakeme güvenilmiyordu. Bu maçı Panathinaikos 8-2 gibi müthiş bir skorla kazandı. Bu sonuçla rövanş için avantaj yakalamanın yanında, milli takıma tepkilerinde ne kadar haklı olduklarını ıspatladılar. Ama yaptıkları eylem ve milli takım oyuncularının tartaklanması, bir yerlerde birilerinin canını sıkmıştı... Panathinaikos taraftarları bir hafta sonra Aris maçı için teknelerle Selanik’e giderken hemen peşlerinden yola çıkan bir kaç tekne de Aris’i desteklemeye giden Olympiakoslular’ı taşıyordu. Limana geldiklerinde gemilerden aynı anda inen taraftarlar, karşı karşıya geldiklerinde aralarındaki kavga dövüş tarihi yazılmaya başladı... Hemen ertesi hafta Pire’de oynanacak olan 8-2’nin rövanşı için Pire emniyeti Panathianikos taraftarlarının can güvenliğini garanti edemeyeceğini açıklıyordu. Maç tehir edildi ilerleyen bir tarihe.

Futbolun baharı dediğimiz otuzlu yıllar... Dünya’nın oyuna yeni yeni alıştığı yıllardı. Bu dönemde yukarıda bahsettiğimiz olaylara rastlamak neredeyse imkansızdı. Ülkemizde bile yanyana maç seyredilen ve henüz kötü tezahüratın bile ayıp sayıldığı dönem... Dolayısıyla hemen yanıbaşımızda, İşgalinden yeni kurtulduğumuz ülkenin başkentinde yaşananlar kimsenin anlayabileceği şeyler değildi. Ama Yunan halkı anlıyordu... Yaşadıkları ekonomik çalkantılar belli farklılıklar yaratmıştı halk arasında. Özellikle başkent Atina kozmopolit yapısı itibarıyla bir çok insan portresini içinde barındırıyordu. Şehirin merkezi daha elit kesime ev sahipliği yaparken kent dışı, yoksul semtlerden ibaretti. Dolayısıyla bu semtlerin Atina merkezine ve insanına bakış açısı çok hoş değildi. “Pire”de bu sınıfa giren ama diğerlerinden farklı olarak bir limanı olan ve buna rağmen dışlanan bir bölge idi... Bu züppe kentten intikamlarını almak için bir yol bulmalıydılar çok geçmeden de buldular. Bir futbol takımı kurup Atinalılar’ı yeneceklerdi. Ama Atina’nın zenginleri kendi futbol takımlarını 17 yıl önce kurmuştu...

1908 yılında bir binicilik kulübünde sporculuk yapan aristokrat ailelere sahip üç genç, biniciliği bırakarak bir futbol takımı kurmaya karar verdiler. İlk isminide “Podosfairikos Omilos Athinon”(Atina Futbol kulübü) koydular. Ancak kulüp ilk yıllarda çok önemli mücadeleler yapamadı çünkü henüz ülkelerinde futbol yaygınlaşmamıştı ve çok fazla takım yoktu. 1911 yılında bugün sahip olduğu renkleri edindiler ilginç bir tesadüfle. İstanbul’dan gelen Yunan asıllı Türk “Michalis Papazoglu” İstanbul’da mensubu olduğu Kalamış menşeili “Chalkidona” takımının renkleri olan yeşil beyazı ve armasındaki yoncayı bu takıma adapte etti. Bu şahıs aynı zamanda iyi bir atlet olmakla beraber Türkler'e futbolu öğreten adam olarak biliniyordu… Sonuç olarak bu en köklü Yunan kulübüne renklerini ve armasını hediye eden şahıs, bir kaç yıl sonra büyük bir savaşa girecekleri Türk milletinin bir ferdi idi… Kulüp 1924 yılında bir isim farklılaştırmasına giderek ismini “Panathinaikos Athliticos Omilos” yani PAO (Panathinaikos atletizm kulübü) olarak günümüzde kullanılan haline getirdi… Ezeli rakibinin kuruluşunu beklerken, tam anlamıyla vakit öldürdü PAO… Yurt dışında bir kaç maç yaptı, ülkede kurulan beş takımlı ligde oynadı, hatta şampiyon oldu ama bir türlü gereken rekabet ortamı yaratılamadı 1925 yılına kadar…
Bu yıl Pire’de konuşlanmış olan “ Pire futbol kulübü” ve “Pire fan kulübü” artık güçlerini birleştirip başkentin merkezine yolculuk yapmaya karar vermişlerdi. Liman işçisi bir kaç gencin önayak olduğu bu organizasyon başarıyla sonuçlanmış, kulübün ismi de Olimpos dağında yaşadığına inanılan tanrıların, desteğini manevi olarak alabilmek ve spor ruhunu yansıtabilmek amacıyla “Oliympiakos” olarak verilmişti. Atina’nın ezilen kesimi artık bir kahramana sahipti ezebilmek için…


Olympiakos’un kuruluşunun ilk yıllarında bir kardeş bulmuşçasına sevinen PAO, sürekli olarak birlikte hareket ediyordu Olympiakos’la. Helen futbol federasyonunun kurulduğu yılın hemen ertesinde küçük kardeşleri AEK’yı da alarak protesto ettiler federasyonu ve üçü aralarında maçlar yaparak mini bir lig oluşturdular. İlk başlarda Panathinaikos düşmalığı had safhada olan Olympiakos ve Pire halkı, başkentin önemli bir parçası haline gelmelerinden dolayı mutlu olmuşlardı, önemli hissediyorlardı kendilerini ve askıya almışlardı kinlerini. Ta ki 1930 yılındaki başta anlattığımız o talihsiz olaylar zincirine kadar... O gün itibarıyla artık Yunanistan’da bir Olympiakos ve Panathinaikos gerçeği vardı yıllar yılı değişmeyecek...

Şehir yıllarında etkisiyle globalleşti ve bu iki takım da birer dev haline geldi. Artık ne peşlerinde koşturan liman işçilerinin çocukları, nede aristokrat aileler kalmıştı. İsimleri Avrupayı aşmış, milyon dolarlık bütçeleri olan kulüplerdi. Ama 77 yıl önce başlayan kin hiç bitmedi, tam tersine sürekli olarak gelişti. Atina’da doğan her çocuk bu nefretle büyüdü ve taraf oldu. Rekabeti filizlendiren etken yıllar önceki “zengin fakir” çekişmesi gibi görünse de artık ortada bu kavramlar olmadığından dolayı, rekabet kanıksanmıştı . Bundan dolayı sorulan taraftarların bir çoğu neden zıtlık içinde olduklarını dahi bilmiyorlardı. Onlar için rakip, sadece nefret edilecek, aşağılanacak yeri geldiğinde de şiddet uygulanacak bir düşmandı. Sosyal anlamda ülkede yaşanılanlar diğer dünya rekabetleri ile belirgin bir şekilde ayrılıyordu. Dini, siyasi ya da coğrafi bir çekişme asla değildi bu. Sosyal hayatın her anında içiçe yaşıyorlardı. Bu anlamda ülkemizde yaşanan rakabet örnekleriyle paralellik arz etmekteydi. Aynı okullarda okuyorlar, aynı kilisede ibadet ediyorlar, aynı işyerlerinde çalışıyorlardı. Daha ötesi Pek çok canlı örneği olduğu gibi PAO taraftarı bir babanın Olympiakos’lu oğlu olabiliyordu yada tam tersi...

Avrupa’nın en organize tribün gruplarına sahip olan bu iki takım taraftarları, sosyal yaşamdaki birarada yaşama geleneğine stadyumlarda dur dediler. Son yıllarda çok sayıda saldırı, yaralama hatta ölümle sonuçlanan vakalardan dolayı iki takım taraftarlarını birbirlerinin stadına gitmesi yasaklandı. Stadyumlarda kullandıkları kapı isimleriyle anılan Panathinaikos’un “Gate 13” ve Olympiakos’un “Gate 7” taraftar grupları bu olayların başrol oyuncularıydı. Bu gruplar stad çevresinde gerekli gayrı resmi güvenlik önlemlerini almaktan tutun, futbolcular ve yöneticilerle işbirliği içinde bulunmaya kadar geniş bir alanda faaliyet gösterirler...Rakibe olan nefret, kendi takımlarına olan sevgiden daha ateşlidir. Yaptıkları tezahüratlarda rakip takıma küfür edilen bölümlerde her zaman daha fazla ses çıkar!



Rekabetin anayasası lig şampiyonluğudur. Burada Olympiakos’un bariz bir üstünlüğü olduğunu görürüz. Son onbir yılda sekiz tanesi üstüste olmak suretiyle on tane, toplamda da otuz beş lig şampiyonluğuna karşın Panathinaikos’un aldığı ondokuz şampiyonluk bu farkın açık göstergesidir. Buna karşılık Panathinaikos Avrupa başarılarıyla övünse de aralarındaki rekabet sadece ülke bazlı sonuçlarla ölçülebilir. Buna, 2004 yılında Avrupa şampiyonu olan Yunan milli takımı ile ilgili yorumlara Gate 7 taraftarlarının bir Panathinaikos galibiyeti kadar sevinmemiş olduklarını beyan etmeleri en güzel örnektir... Yunan futbol tarihinin en iyi kalecilerinden biri olarak gösterilen Nikopolidis’in Olympiakos’a transferi taraftar gündemine girmiştir. Gate 13 bir sonraki maç boyunca Nikopolidis’i protesto eder ve ağır küfürlü tezahüratlarda bulunur... Onlar için rakip takım forması giyen bir futbolcu takımını ve formasını satan bir aşağılıktır...
Derbi, Olympos’un tepesinde oturan tanrıların birbirleriyle savaşlarına benzetilir. Şiddetli ve ölümsüz... Karaiskaki yada Apostolos Nikolaidis iki kulübün tarihinde önemli yerlere sahip insanların isimlerini verdikleri bu stadlar, savaşın kaleleridir ve kaleye yaklaşan düşmalara hoşgörü maalesef gösterilmez. En başta yazdığımız gibi, Atina alışmıştır bu görüntülere. Ve artık tüm Dünya biliyordur “Antik Yunan”’da savaş tanrılarının hala yaşadığını...

Sedat Balkanlı

Pençesine düştüğünde ALS illetinin 2 yıl dedi doktorlar en fazla... Pes etmezdi Sedat öyle bilirdik. 12 yıl kavga etti, 12 yıl tekmeye kafa uzattı, 12 yıl hücuma destek verdi, 12 yıl geçit vermedi hücumculara... Ama her maçta biraz daha zayıfladı ve bir müdahele ile kaldı yerde 12 yıl sonra. Türk futbolunun başı sağolsun...

Kaptanlık bandı unutulursa?

Ferdinand oyundan çıktığını çok geç anladı, tam sakatlıktan dönmüştü ki Ferguson deklare etti kendisine, Rio da gitti paşa paşa oturdu kulübeye. Kaptanlık bandı kolunda kaldı ve Manchester 5 dakika boyunca sahada kaptansız kaldı. Ufak araştırdım ama bulamadım, kaptansızlığın bir cezası var mıdır? Kural hatası mı mesela? Yönetmelikte kaptan olması gerektiği geçiyor sanki ama ilginç geldi. Bilenler varsa bilgi lütfen!!!

29 Nisan 2009 Çarşamba

M.United-Arsenal: 1-0

Dünkü maçla karşılaştırdığımızda çok benzer özellikler görüyoruz. Ev sahibinin baskısı altında geçen, rakip savunmanın ve kalecinin yıldızlaştığı bir mücadele. Dünkünden iki farkı var biri iki takımın da dünkü iki takımdan daha fazla koşmuş olması(mesafe olarak) diğeri de United'in yakaladığı pozisyonu gole çevirebilmiş olması. United'in hücum gücü gerçekten muhteşem, ben izlerken büyük keyif alıyorum ama ortası için sanki biraz daha kreatif bir oyuncu ihtiyaçları var, Carrick ve Andersson çok yeterli değil.

Arsenal ise Wenger'in genç ekolünün abartılmasının kurbanı desek yeridir. Takım çoluk çocuk dolu. Tecrübe eksikliği de çok fazlaca ortaya çıkıyor. Almunia'ya dua etsinler

United turu geçmeye bence çok yakın , turnuva başından beri hayal ettiğim Barcelona-United finaline az kaldı sanırım...

28 Nisan 2009 Salı

Barça Guardiola kurbanı

Öncelikle maçın yıldızı kim derseniz Chelsea'da Cech, Barcelona'da Alves derim. Uefa .com'a baktım orda da Cech çıkmış oylamadan, kazanandan seçilmiş olması doğal zaten Cech neredeyse tek başına dur dedi Barcelona'ya. Evet maçı takip ettik, Barça tek kale oynadı bu bir gerçek istatistikler bunun ıspatı buyrun;Asıl takıldığım nokta oyuncu değişiklikleri. Eto'o ve Henry'nin yerine Krkic ve Hleb girdi. Bu dört oyuncuyu giren ve çıkanlar olarak karşılaştırdığımızda arada büyük kalite farkı görüyoruz. Zaten Bojan Krkic olayına oldum olası ısınamadım, o adamı izlerken kendimi salak gibi hissediyorum, hocaların gördüğü ama benim izleyici olarak farkedemediğim ne var bu adamda diye. Hleb desen gayet düz bir oyuncu özellikle bu maçın 70. dakikasından sonrası için. Guardiola Hleb'in oyunu açabileceğini falan mı düşündü acaba? Nitekim Krkic-Hleb ikilisi maçın hemen hemen en net pozisyonlarını yakaladılar. Gözlerimizi kapatıp düşünelim Krkic'in kafayla tribüne yolladığı pozisyonda Henry olsaydı ne olurdu? Ya da Hleb'in Cech ile karşı karşı kaldığı pozisyonu Eto'o yakalasaydı?

Sonuçta olan oldu ve de bitti ama ikinci maça az da olsa dezavantajlı gidiyo Barça. Chelsea Londra'da da açık futbol oynamayacak bence, çünkü Barcelona için yer mekan farketmez. Uzatmalı bir maç izlememizin olası olduğunu düşünüyorum. Fakat ne olursa olsun Barça bu turu geçer, Guardiola aynı hataları Londra'da tekrarlamayacaktır.

Boixos Nois-Barcelona

Dünya üzerindeki taraftar grupları futbolun en ilginç dinamiklerinden biridir. Bazen sevdalısı oldukları ve varolma sebepleri olan kulüplerin dahi önüne geçer isimleri. Çok zaman cefakardırlar, aynı zamanda yağmur çamur edebiyatının baş aktörleri olurlar, takımlarını çok severler ve gidilecebilecek her noktaya ulaşırlar destek vermek histerisiyle. Bir de madalyonun arka tarafından bakmayı sevenler vardı ki onlara için; Fanatik, olay çıkartan, alkolik hatta çapulcu sıfatlarının verileceği yegane şahıslar bu grupların üyeleridir, bu sıfatlar coğrafyalarda değişiklik gösterse de anafikirde aynıdır...


Bu ufak anlatımdan sonra söyleyebilirim ki ben ilk gruba yani taraftar gruplarını seven, sayan ve de destekleyen gruba dahilim. Futbolun ciddi renklerinden biri olduklarını düşünüyorum. Kaldı ki onları çeşitli sebeplerle eleştirip numaralı tribünün temiz koltuğunda oturan arkadaşların takım sevgilerini o koltukla sınırlı tutmayıp yurdumuzdan örnek vermek gerekirse Trabzon gibi zor bir deplasmanında da boy göstermelerini isteriz, yok gidemem derlerse de gidenlere mani olmasınlar mümkünse...
Bu bağlamda bu konu başlığının ilk konuğu Barcelona'lı Boixos Nois. Açık konuşmak gerekirse ben bu arkadaşları pek sevmem, zaten Barcelona'da öyle taraftarıyla ünlü olan bir kulüp olmadığı için bu elemanlar da kıyıda köşede kalırlar hep. 120 bin kişilik Camp Nou'nun ufak bir bölgesinde 2 bin kişi kadar olmayı becerip geri kalan 118 bin kişiye nüfuz edememek, onları tezahüratlara katamamak ve daha da önemlisi Barça taraftar profiline pek uymamalarıyla ünlüdürler. Dazlak kafaları ve formalarıyla, bulldog armalı pankartlarıyla biraz eğreti durular statta.
Bu profil bozukluğunu ve düşük etkinliği farketmiş olan Laporta göreve gelir gelmez ilk iş Boixos ahalisi ile uğraşmaya başladı. Kısa sürede Aziz Yıldırım-Gfb ilişkisine dönen, Laporta-Boixos diyalogları birçoğunun kombinesinin iptali ve stattaki pankart odalarının kapatılması ile son buldu. Daha da önemlisi geçmiş dönemlerde yönetimlerden beleş kombine alan bu tayfa artık bırakın kombineyi maçlara bile girmekte zorlanıyorlar. Bu bağlam da bir kaç defa yönetimi ölümle tehdit ettilerse de her seferinde çok da takılmadılar...
Boixos Nois'in İspanya gibi taraftar profili son derece yüksek bir ülkede zayıf kalması gayet doğal. Özellikle gittikleri, Madrid ve Sevilla deplasmanların da şiddet eğilimden muzdarip oluyorlar, belki de o yüzden Madrid'e son yıllarda sadece bir avuç .bne otur yerine modunda gitmekteler. Ayrıca Barcelona'nın daha çok sol eğilimli kişiler tarafından sevildiğini bilmemize rağmen(böyle bir genellemeyi hiç sevmiyorum aslında ama böyle bi gerçekçilik var) Boixos'un sağ görüşlü olduğu söyleniyor. Zaten tiplerini görünce de aklıma hemen Berlin ve dazlak Neo Naziler geliyor... Şöyle dönüp bir baktım da habire eleştirmişiz kendilerini affola, müspet reaksiyonları da elbette var. Öncelikle Barcelona'nın taraftarlık hakimiyeti kendilerinin elinde. Barcelona denince kulüp gelmesin aklıllara, şehirden bahsediyorum, yani konu dönüp Espanyol ile olan rekabetlerine geliyor. İspanyol milliyetçisi ve Madrid'in Katalunya temsilcisi kimliğine yakın çalışan Espanyol ile yıldızları haliyle barışmıyor. Üstünlük kurdukları yegane rakip seyirci de Espanyol seyircisi. Bu arada son Bayern maçı için Almanya'ya gidip Münih'de olay çıkarttıklarını da hatılatmam gerekir. Laporta bunun için maçlara girebilme şansına sahip az sayıdaki ekip üyelerine o şanslarının da elinden alınabileceğini belirten tehditler savurdu ve bir daha asla istemiyorum dedi. Ben de diyorum ki delikanlı Boixos Chelsea deplasmanı için Londra'ya gider mevzunun kralını yapar baya da şekli olur. Ha Laporta harbiden stada almazssa o kadarcık da olur diyecekler...


Şimdi kalkıp o kadar taraftar grubu varken neden Boixos Nois diye soranlar olursa söyliym. Bu pazar malumunuz El Classico var Madrid'de. Barça bu maçı alırsa ya da en azından yenilmezsse şampiyonluk yolunda büyük adım atmış olacak. Boixos Nois bu maç için çok ciddi bir deplasmancı sayısı belirlemiş, belki de en kalabalık gidecekleri deplasman olacak. Bu nedenle şenlikli bir haftanın aktörleri olabilirler ben yaziym dedim...

Trabzon'un intiharı

Başkana kulak verin, mantık çerçevesinde ilerliyor, bu zihniyetle Trabzonspor'un başarıyı yakalaması çok zor değil, demiştim. Pişmanım... Trabzonspor kanımca intihar etti ve hemen Sadri Şener döneminin öncesindeki kaos ortamına gitti maalesef. Başkanın kendi geleceği de bu kararla tehlikeye atıldı bence.

Öyle bir takım düşünün ki, geçen yıl bir çok hedeften çok çok uzakta ligi tamamlıyor, hemen ertesi sezona onlarca transfer, yeni yönetim, yeni hoca ile başlıyor, parola şampiyonluk değil, fakat yüksek yerlerde ligi bitirebilmek. Derken takım liderliği alıyor tökezlemeden de uzun süre devam ediyor. Fakat kadronun sınırlılığından("sınır" kişi sayısından ibaret değil) doğal bir sonuç olarak ivmesi düşüyor ve lig üçüncülüğüne demir atıyor. Çok büyük aksilikler olmazssa ligi o sırada tamamlayacak, hatta olası ufak çaplı bir mucizede Şampiyonlar Ligi'ne gidecek. Ama onlar yok diyolar biz gaza gelmiştik şampiyon olacaktık... Olursunuz! Bu zihniyetle kaç sene sona olursunuz bilmiyorum ama bu aralar olamayacağınız aşikar.

Şimdi Ersun Hoca'yı kimse göndermedi kendi istifa etti diyenler olabilir. Doğru ama istifa sebebi hocanın kendini başarısız hissetmesidir, bunu hisettiren de yönetim ve taraftar reaksiyonlarıdır. Zaten Trabzon yönetimi istikrardan yana olsaydı Yanal'ın istifası başkanın masasında kalır, ne medya ne halk duymadan aralarında halledilirdi. Başkan veya basın sözcüsü de çıkıp takımın ve hocanın arkasındayız sezon başındaki hedeflerimizden sapmış değiliz derdi(ki gerçekten de sapmadılar). Bugün hocanın yapacağı basın toplantısından muhtemelen bişeyler çıkartacağız. Bu konuyla ilgili.
Ayrıca kimse kalkıp bu takımın forvetsiz oynadığını, orta sahasının olmadığını, beklerinin yetersiz çalıştığını konuşmadı. Bir takımın hücum oyuncusu Umut Bulut, orta sahası Hüseyin Cimşir ise ve bu adamlar sezonun %95'inde kadrodaysa bu takımın şampiyonluk şansından bahsetmek zaten hayal tacirliği olur. Olursun üçüncü gidersin Uefa kupasına, seneye de bir golcü iki sağlam orta saha alırsın, oturur beklersin, nedir ne değildir diye. Yok, olmadı bekleyemediler... Geçmiş olsun.
Bundan sonraki süreçte oturup Trabzonspor'u seyredelim bakalım, takım nasıl bir değişime uğrayacak(!). Umarım ellerindeki Uefa şansı da uçup gitmez...

Dominika Cibulkova

Dominika Cibulkova...

Fed Cup 2009 Fransa-Slovakya

27 Nisan 2009 Pazartesi

Klinsmann kovuldu!

Çok değil, Schalke maçından hemen önce yazmıştım, Klinsmann'ı stres bastı diye. Güven vermeyen takım havasından kurtulamamışlardı bir türlü. Formda Schalke karşısında da basiretsilikleri tavan durumdaydı. Ne doğru düzgün bir pozisyona girebildiler ne de baskı kurabildiler. Neyse ki Wolfsburg'un puan kaybı geldi dedik ama yeterli gelmemiş Rummenigge ve ekibine kapıyı gösterdiler Jurgen'e... Klinsmann'ı topçuluğunda aşırı sevenlerdendim ama hocalığına alışamamıştım bir türlü. Hayırlısı olsun ne diyelim...

Lig koptu...

Aslında bir kaç hafta önce kopmuştu da, Lig Tv severler şu Galatasaray'ı ya da Fener'i neresinden katarız bu yarışa da az daha reklam vs. geliri elde ederiz diye çabaladıklarından kopmamış gibi gösteriliyordu. Neyse ki artık kendileri de itiraf ettiğinden sorun kalmadı ve Sivas-Beşiktaş şampiyonluğun iki adayı olarak yalnız kaldı zirvede.

Bundan sonra ne olur sorusunun cevabını vermek elbette zor fakat iki takımın da kendine göre artı ve eksileri olduğu kesin. Ben bu fikstür avantajı denen naneye hiç inanmıyorum. Şimdi Sivas'ın Antep deplasmanı mı zor yoksa Beşiktaş'ın evinde oynayacağı kolu kanadı kırık Fenerbahçe maçı mı, Sorusuna kim Beşiktaş cevabı verebilir? Bence futbolu objektif izleyen kimse bu maçların zorluk derecelerini birbirinde ayıramaz. Keza Beşiktaş'ın Ankara deplasmanını, Sivas'ın içerde oynayacağı Belediye maçıyla ayıramaycağımız gibi. Ayrıca bu şampiyonluğun sahibini son hafta bulacağına inananlardanım, ne Beşiktaş ne de Sivas öyle 2 hafta kala tur atamaz şahsi kanaatim.
Hayırlı yarışlar!




25 Nisan 2009 Cumartesi

Klinsmann'ı stres bastı.

Nasıl basmasın? Sürekli son günlerini yaşadığını ima eden bir basınla içiçe yaşıyor. Artık gazeteciler soru sorarken teknik analizleri geçip direkt Klinsmann'ın geleceği ile ilgileniyorlar. Bayern'in elinde kalan tek hedef olan Bundesliga şampiyonluğunda da uzaklaşması durumunda nasıl bir yol izleneceği merak konusu sürekli. Bu şartlar altında kim olsa stres basardı zaten. Klinsmann sürekli kaçamak cevaplar vererek bu soruları bertaraf edebiliyor şimdilik, "henüz alınacak 18 puan var" en revaçta cevabı mesela. Fakat o da çok iyi biliyor ki karşısında Magath gibi mat edilebilmesi güç bir zeka var. Bayern kadro kalitesi olarak Wolfsburg'un çok üstünde fakat asla onları geçip şampiyonluğu "kesin" alacak takım güvencesi veremiyor. Bugün Bayern yeniden istim üzerinde, ligin formda ekiplerinden Schalke'yi ağırlıyor, maç çok zor ama pabuç da pahalı...

Michael Fink Beşiktaş'ta, Beşiktaş nerede?

Beşiktaş sessiz sedasız yeni sezonun ilk transferini yaptı. Ben böyle sessiz gelen adamların daha başarılı olduğuna inanırım hep. Zira taraftar fazla bir beklenti içine girmediği için ortalama performans memnun eder herkesi. Michael Fink tam bir kapalı kutu idi benim için. Saolsun Borges kardeşimiz bir güzel anlatmış meziyetlerini. Hadi önbilgi diyelim ve Beşiktaşlılar'ın anlayacağı dilden söyleyelim "Federico Guinti" tarzı bir oyuncu. Kulağa hoş geliyor değil mi? Beşiktaş orta sahası için gerçekten de yıllardır özlenen bir modeldi Guinti. Michael Fink, aldığımız bilgilere göre tam görev adamı, Ernst'e nazaran teknik kapasitesi yüksek, ofansa az da olsa yakın ve disiplinli. Zaten bu Alman topçulardan Allah razı olsun şımarıklık vs. hak getire, sadece top oynuyorlar. Mustafa Denizli ve Tayfur Havutçu'nun da Alman kökeni düşünülürse güzel bir hamle.

Sonuç olarak amaç Beşiktaş orta sahasını sağlama almak değil mi? Evet, işte benim düşüncem, ya da sıkıntım demeliyim tam da burada.

Beşiktaş orta sahası iki adet defansif isme emanet edilince arkadaki dörtlü ile birlikte 6 kişilik bir savunma modeline geçiş yapmış oluyor. Bu durumda kanatlara yerleştirdiğimiz 2 isimle birlikte hücum alanına koyabileceğimiz sadece 2 kişi kalıyor bu iki ismi belirlemek son derece güç. Kaba bir hesapla sola Tello, sağa Serdar Özkan düşünülürse geriye, Delgado-Holosko-Bobo-Nobre-Yusuf gibi isimler kalıyor ve bunlardan sadece ikisi görev alabiliyor.

Arkadaki iki Alman'ın hücum desteğinin forvetleri gol pozisyonuna sokabilecek kadar etkili olmayacağını düşünürsek ileri uçtaki adamı veya adamları hareket ettirecek bir güce ihtiyaç var. Diyelim orta sahaya yakın bir Nobre ve ileri uçta tek başına Bobo olacak, malum Nobre'nin orta sahaya gelip top alma özelliği fazlasıyla var, fakat bu durumda klasik "Bobo yalnız forvet" konumunun getirdiği sıkıntılarla uğraşmak durumunda kalınacak. Direkt çift forvet düşünülmesi halinde ise orta sahadan topu getirecek adam azlığı sıkıntı yaratacaktır, dediğimiz gibi Almanlar o konuda bizi rahatlatamaz. Bir de klasik 10 numaralı sistem var ki düşman başına derim. İki orta sahanın önüne Delgado veya Yusuf'tan birinin koyulması şeklinde vuku bulacak bu cinayet muhtemel bir hezimetle sonuçlanacaktır. Çünkü Beşiktaş bu sene bunu Ernst-Cisse-Delgado-Bobo şeklinde çokca denedi ve hepsinde de vahim sonuçlar ortaya çıktı. Ayrıca anti Delgadocular'ın Yusuf sesleri Şampiyonlar Ligi ekiplerinin orta saha preslerinde kendisinin kaybedilmesiyle kesilecektir. Beşiktaş muhtemel çıkacağı bir Şampiyonlar Ligi macerasında açıkçası Yusuf ve Delgado gibi etkisi mum ışığı gücünde olan iki oyuncusuyla başarılı olamaz...
Yukarda bahsettğimiz altı müdaffalı, iki kanatlı, iki hücumlu oyun biçiminin etkili olmasının tek yolu taşları yerinden oynatmaktan geçer, şöyleki ; Beşiktaş'ın önümüzdeki sezon bu omurgayla başarılı olması için mutlaka etkili bek oyunucularına ihtiyacı vardır, belki sağ bek için nispeten alternatifler mevcut ama İbrahim Üzülmez'e artık katlanacak hali kalmadı taraftarların.

Sağda Ekrem Dağ'ın hücuma kadar gelerek etkili olduğunu biliyoruz, biraz daha kalitelisi sol bek için bulunulursa tam bir "takım" olacaktır Beşiktaş. Çünkü bu durumda beklerden destek alan kanat oyuncuları içeri katederek orta saha ve forvet arasına girecekler ve burda hem kendileri pozisyon bulacaklar hem de hücum oyuncularına alternatif hazırlayacaklardır diye düşünüyorum. Bunu Tello zaten hali hazırda yapmakta, sağ kanatta ise bence yetersiz de olsa Serdar Özkan veya Holosko bu işi kotarırlar. Beşiktaş da 10 numaralı sistemi terk edip klasik 4 4 2'ye dönerek Türkiye'de bu işin öncülerinden olur.
Tabii tüm bunlar Mustafa Denizli'nin ve teknik ekibinin işleri. Bu sezon da Beşiktaş'ta kalacağını ucundan da olsa açıkladı Mustafa hoca, kendisinin maça göre kadro çıkartması artık gayet iyi bilinen bir huyu fakat Fink transferi gösterdi ki aynı son paragrafta bahsettiğimiz bir Beşiktaş mantalitesi saha da olacak önümüzdeki sezon...

24 Nisan 2009 Cuma

Pepe'ye 10 maç ceza!

5-6 maç demiştim fakat İspanya federasyonu o kadar insaflı değilmiş... Kim bilir belki ben alışmışım bunları 4-5 maçla geçiştirmelere. Pepe'ye hakettiği ceza verildi asla anormal bir rakam değil.

Mabedler; Stadio San Paolo

Küçüklüğümden beri her futbol maçı için televizyon başına oturduğumda gözüm hep maçın yapıldığı stadın kıyısına köşesine takılırdı. Çok az nail olabildiğimiz yurtdışı maç yayınlarında tribünlerin gözükebildiği kamera açıları en makbulüydü benim için. Bu konu da aklımdan hiç çıkmayan 1992 yılındaki Göteborg-Beşiktaş maçındaki Ullevi ve 1989 Galatasaray-Monaco maçındaki Mungersdorfer statları milat sayılabilir şahsım adına. Uzun zaman statlarla haşır neşir olmak kesmemiş olacak ki 14-15 yaşında fellik fellik stadyum maketleri arıyordum, ilk sorduğum mahalle kırtasiyecisinin surat ifadesinin unutmam mümkün değil.
Memleket sınırlarında böyle bir şey bulamaycağımı anlayınca maket sevdamdan vazgeçtim. Merakım bu denli derin olunca farkında olmadan da ciddi bir stadyum databankına sahip olmuşum kendi kendime. E madem blog yazıyorum hem değişiklik olsun, hem de statlarımı paylaşiym dedim, bundan böyle aralıklı olarak futbolun mabetlerindeyiz...

Madem ilk stat yazısı o zaman anlamlı olsun istedim, hem benim, hem Arjantin hem de bücür için. Stadio San Paolo aslında öyküsü herkes tarafından bilinen bir stat, Napoli şehirine ait ve şehrin takımı S.S.C Napoli'ye ev sahipliği yapan İtalya'nın üçüncü büyük stadı. Kapasitesi 72.000 iken düzenlemelerle 60.000'e düşürülmüş(bu stat kapasitesinin düşürülme olayına da çok uyuzum). Malumunuz Napoli İtalya'nın üvey evladı iken Diego isimli bücürün arz-ı endamıyla bir anda kuzeyin korkulu rüyası haline geldi. İki Scudetto üzerine de kaymak misali bir Uefa kupası patlattılar zamanın ezik güneylileri. Napoli taraftarının ününü bilen bilir, takımlarına olan bağlılıklarını da... Yıllarca horlanıp itilmekten sebep tilt oldukları kuzey takımlarını alt etmelerini sağlayan mucize Arjantinli'ye tanrı muamelesi yapmakta gecikmediler.

Kolları stadın ismini değiştirmek amacıyla sıvadılar. San Paolo stadını Diego Armando Maradona stadı yapacaklardı. Çok da uğraştılar ama İtalya kanunlarına göre bir yapıya bir şahısın ismini verebilmek için o şahısın en az 10 yıl önce ölmüş olması gerekiyordu. Direkten dönen isim değişikliği hamlesi uyuz etti Napolitenleri.

Zaman döndü dolaştı Dünya Kupası zamanı oldu. İtalya 90 için ülkeyi ziyaret eden Milli Takımlar içinde Arjantin'in de olması Napoliler hariç İtalyanları sevindirmedi. Zira 3 yıldır Serie A'yı kendilerine dar eden El Diego yeniden ayak basmıştı çizmeye hem de bu defa Milli Forma ile...

Gittiği her statta ıslıklandı Arjantin, taa ki futbolun adaleti lehlerine tecelli edene kadar. Program diyordu ki yarı final Arjantin ve İtalya arasında San Paolo stadında Napoli'de oynanacak. Bir anda tüm gözler bu maça ve derin anlamının doğuracağı sonuçları görmek için güneye döndü.
Maç günü Napoli'de binlerce seyirci kahramanlarıyla ülkelerinin çarpışmasını izlemek için San Paolo'yu doldurdu, maçtan önce ise Mardona "Napoli beni sever" diyerek mesajını yollamıştı taraftarlara. O gün Arjantin Milli takımı ve marşı ilk defa ıslıklanmadı ve Arjantin penaltı vuruşları sonunda İtalya'yı finalin dışına itti. San Paolo stadı bu sonuca üzülmedi, hatta sevindi bile denilebilir. Maradona'nın mutluluğu Napoli'nin mutluluğuydu çünkü.

1959 yılında yapılan Stadio San Paolo'nun can alıcı öyküsü böyle... Onlarca büyük mücadeleye sahne olan ve Napoliler'e göre ikinci evleri olan stadın adı halen "Estadio Diego Armando Maradona"

El classico Kolombiya

River Plate'nin tribün lideri (Adrian Rousseau) insanın facebookta arkadaşı olunca Latin tribün ahalisinden gideni geleni pek eksik olmuyor. Özellikle geçen haftaki Superclassico sonrası epey bir arkadaş edindim, zira Adrian'ın duvarında kocaman Boca-River yazım vardı İspanyolca olaraktan. Bu arkadaşlar pek beğenmişler taa Türkiye'den gelen bu ilgiyi ki Kolombiyalı bir vatandaş mesaj attı bana. Bu hafta ülkelerinin en önemli derbisi El classico lakaplı Santa fe-Millonarios maçı oynanacakmış, bilgin olsun dedi... Ben de merak ettim oturdum araştırdım hem enteresanlığından hem de Kolombiyalı kardeşime jest olmasından sebeple...
Efendim aslında iki kulübün tarihi birbirine çok yakın. Kuruldukları yerler birbirinin dibi desek yeridir. Zaten aynı stadı "El Campin" dedikleri Nemesio Camacho stadını kullanıyorlar(burada da Milan-Inter misali farklı isimle stada hitap etme durumu söz konusu). Bogota'da konuşlanan iki takım bildiğiniz Dünya derbilerinde alışılagelmiş tüm dinamiklere sahipler. Biri mavi diğeri kırmızı, ikisi de birbirinden şiddetle nefret ediyor, Güney Amerika derbilerinde son zamanlarda gayet yaygın olan(aslında hepsinin temeli River ve Boca) Simpson ailesi temalı rakibi iğneleyeci hatta aşalağıyıcı pankartları kullanıyorlar, maç günü birbirleriyle karşılaşmaları pek de hayırlı olmuyor(unutmayalım orası Kolombiya), bazen gördüğümüz tüm derbilerden daha şiddetli ve ölümlü olaylara neden olduğu biliniyor. Sevgili arkadaşım Girardot'a göre birbirlerinin gerçekten ölmesini isteyen taraftar gruplarına sahipler(bu çok da yabancı bir istek değil bize). "Millonarios" ismi River'ın lakabı olmasından sebeple yabancı değil kulağımıza. Zaten organik bir bağ var River ile aralarında, taraftar grupları ortak çalışıyor, Superclassico'ya destek oluyorlar vs. Alfredo Di Stefano'nun da River'dan Millonarios'a geçtiğini hatırlayalım. Millonarios'un Commandos Azules Distro Capital isimli bir taraftar grubu var. aslında horoz olan sembolleri aynı kardeşleri River gibi tavuklar olarak değiştirilmiş Santalılar tarafından. Düşman Santa'nın sembolü ise aslan.

Ben şahsım adına Millonarios'u desteklemek için birkaç neden buldum kendime; River'ın gönüldaşı olmasının yanısıra kalesini Oscar Cordoba'nın koruması yeterli oldu. Cordoba'yı onlar da bizim gibi çok seviyorlar, ve Beşiktaş'ı onun sayesinde tanıyorlar. Bu arada Mondragon eski bir Santa fe oyuncusu dolayısıyla ismini anmamaya çalıştı kendileri. Türkiye'de de iki rakibin ve önemli bir derbinin tarafları olmaları gerçekten güzel bir tesadüf sanırım...

Derbilere sevgimiz ve saygımız büyük, dolayısıyla buna da kayıtsız kalamazdık. Kimi ne kadar ilgilendirir bilmiyorum ama Santa Fe-Millonarios maçı yarın oynanacak...

23 Nisan 2009 Perşembe

Zarate'yi izliyor musunuz?

Henüz 19 yaşında Apertura gol kralıydı Velez formasıyla. Avrupa'nın abilerinden birine gitmesine kesin gözüyle bakılırken, Katar yine düdüğü çalan oluyordu 20 milyon $ ortaya koyarak. Fakat alışmadık don misali yerini yadırgayarak kiralık listesinde buluverdi kendini. Premier Lig'in, Birmingham City'nin yolunu tuttu. Sezon sonunda küme düşen takımında yarım sezonda 14 maç oynamış ve 4 gol atmıştı. Kiralık sözleşmesi sona eren ve yeni bir macera için İtalya başkentini tutan Zarate Lazio formasını geçirdi sırtına. İlk devre gösterdiği muhteşem performans sonunda yıllık 1.5 milyon euro'dan 5 yıllık sözleşme imzalayarak resmen Laziolu oldu.

Son haftalarda formu yükselen takımın, formu zirvedeki ismi Mauro Zarate. Çok kritik gollere imza atıyor. Özellikle Roma ve Juve'ye attığı goller enfesti. Lazio onu elinde tutmakta zorlanacak sanırım. Manchester City şimdiden kesenin ağzını açmış örneğin 22 yaşındaki yıldız için.

Zarate'yi izleyin...

22 Nisan 2009 Çarşamba

Scholes 600.defa...

Paul Scholes... Bugün 600. maçına çıkarak United efsanelerinden biri olmayı garantiliyor. Daha önce Giggs-798, Bobby Charlton-758 ve Bill Foulkes-688, 600+ kulübünün üyeleriydiler, "kulübe dört" dediler Scholes çıkageldi.
Alex Ferguson'a göre George Best, Bobby Charlton Duncan Edwards kadar United kulübünün efsanelerinden biri olmayı haketti Scholes. Özellikle de yaşadığı uzun ve ağır sakatlıklardan dem vurarak eğer onlar olmasaydı şu anda Giggs ile birlikte 700'ler kulübüne dahildi diyor. United'in istikrar abidesi ve orta sahasının yükünü yıllardır durdurak bilmeden üstlenen Scholes, Old Trafford ahalisinin ismini duyduklarında ayaklandığı şahıslardan biri artık. Efsane United'li olması için bir sebep daha var. Onu da Ferguson'dan dinleyelim..
"Scholes'un United forması altında geçirdiği yılların hiçbirinde kendisine herhangi bir kulüpten teklif gelmedi. Bunun sebebi ne kötü futbolcu olması ne de çok pahalı olmasıydı. Tek sebebi
herkesin onun United'den asla ayrılmayacağını gayet iyi bilmesiydi"

Gecenin iki adamı

Dün gecenin kaderini etkileyen iki adam vardı iki ayrı maçta, biri kurtaran diğeri yakan.


Andrey Arshavin oynadığı futbolla ve attığı gollerle Anfield'dan başının dik çıkmasını sağladı takımının. Eğer defansları biraz becerikli olsaydı galibiyet için adını anıyor olurduk.

Diğeri isim de Getafeli Casquero. Penaltıyı almışssın Pepe'yi attırmışssın, yani görevini zaten yapmışssın, artık dakika 90, gol atılıp maç kazanılacak. Bırak penaltıyı da başkası atsın, üstüste o kadar önemli vakadan sonra, psikoloji ağır gelir. Nitekim öyle oldu saçma sapan bir penaltı attı, Panenka vuruşu yapmaya çalışırken. Yavaş giden topu Casillas öle rahat aldı ki bir de hızlı atak başlattı... Hem rakibi gaza getirdin, hem kendi takımını yıktın olmadı

Pepe'nin futbol anlayışı.







Ben aslında severdim Pepe'yi, stoperliğe mazhar olacak derecede iyi futbolcuydu. Ne olduysa son zamanlarda oldu, sevgim yavaş yavaş nötrleşirken dün akşam yukardaki görüntülerden sonra direkt (-) ye düştü. Sen adamı zaten ceza sahasında ittirip düşürmüşün, topla uzaktan yakından alakan kalmamış, tekme üzerine tekme atıyorsun yerdeki adama, bir diğerine yumruğu sallıyorsun, sonra gidip özür dilemeye kalkıyorsun vs. Resmen rezillik görüntülerdi. Pepe 4-5 maç ceza alır, Real'de kendisi için bir alternetif düşünür sanırım.

Higuain'in müritleri

Real dün gece La Liga'ya veda etmek üzereyken Higuen'in kollarına sarılıp bir kez daha hayata döndü. İnanılmaz bir maçtı gerçekten de. Liverpool-Arsenal maçıyla çakışması yüzünden 10 dakkada zap manyağı olsak da etkileyiciydi. Guti'nin enfes golü, Getafe'nin kaçan penaltısı, Pepe'nin dehşet kırmızı kartı... Sonuç olarak Real 3 puana muvaffak oldu. Bu sezon kör topal Barcelona'yı takip etmeye devam ediyorlar. Fakat bu teker 2 hafta sonra Barnebau'da patlar. Real artık hesabı kitabı önümüzdeki sene için yapsın, ama bu Higuain'i hesabın dışında hiç tutmasın.

Anfield sustu seni dinliyor! 4-4

Andrey Arshavin, Euro 2008'in yıldızı yaftasıyla gelmişti Londra'ya. Her nedense Wenger gereken miktarda görev vermedi kendisine. Özellikle Chelsea ile oynanan F.A Cup mücadelesinde sahada zor yürüyen Van Persie'ye o kadar tahammül edebilmesi ve Arshavin'i son bölümlerde oyuna dahil etmesi göze batmıştı.

Dün bu yanlıştan döndü Fransız ve Arshavin'i 11'de oynattı, o da gereğini yaparak Anfield ağlarını tam dört defa sarstı. Bu dakikadan sonra kendisinin 11'de yeri kesin gibi, hoş Wenger bu değişik kararların adamı ama kendisi de maçtan sonra Arshavin gerçeğini itiraf etti.



Ve Liverpool... Son bir şansları kaldı umut tazelemek için; Portsmouth'un bugün United'den puan alması. Eğer bu gerçekleşmezsse muhtemelen havlu atacaklar lige ve Benitez bir defa daha kırmızı sevenleri karanlığa gömecek. Fakat bakıyorum hala iyi mücadele ettik, savaşçı olmamız umut verici falan demiş... Arkadaş lig bitti bitecek, umut verecek olan şeylerin sana bir faydası yok! O defansın hali içler acısı, elini kolunu sallaya sallaya girdi rakip içeriye, bir takımın hücumu ile defansı arasında uçurumlar seviyesinde fark nasıl olur anlamak mümkün değil.
Bir parantez de Javier Mascherano'ya Arjantin Milli takım oyuncusunun yapmayacağı hataları yapıyor, hele Arsenal'in ilk golünde tam bir hayal kırıklığı idi.