23 Eylül 2019 Pazartesi

SİMİTÇİ



Hafta sonuna yaklaşma huzurunu örseleyen havanın, yaz aylarını terk ettiğini haber eden soğuğu ve yağmuru Cuma ile birleşince oluşturduğu muhteşem İstanbul trafiğinde İstoç'dan şehrin diğer yakasına Ataşehir civarlarına ulaşma çabasındayım. Oğlumu okuldan 17.00'de almalıyım saat 16.00, navigasyon varış 1.30 saat diyor, trafiğin içinde ilerledikce varış saatim uzuyor, 17.40'ları buldu bile..

Yoğun haftanın kapanışında, önemli ayların ortasındayım, işyerinde genel bir problemim yok ama yılın bu ayları olağan gerginlikle geçiyor. Şirkette satıştan sorumlu yönetici realiteleri, sene sonunun yaklaşması, muazzam büyük hedefler, raporlamalar, toplantılar, istekler, problemler, müşteriler vs. şeklinde akıp giden bir beyaz yaka yöneticisi günleri. Kişilik olarak kolay dert edinebilen bir yapıdayım. O sebeple kendime dert bulmakta güçlük çekmiyorum. Bugünlerde yurtdışı fuarlara takıldım, benim gitmek istediğim fuara daha junior bir marka yöneticisi götürüldü Amerika'ya. Ocak'da Hong Kong seyahati var ne yapıp edip benim gitmem lazım o seyahate, hak eden benim!.

Öte taraftan da şirket araçları değişecek, istediğim arabayı birşekilde kabul etmiyor şirket, halbuki sektörün önemli şirketinde önemli pozsiyonda bulunan yöneticiyim, hak ediyorum!. Neyse bari rengi istediğim gibi olsun, kaç yıldır beyaz arabaya biniyorum bu sefer lacivert istedim.. Buna şirketi ikna ederek benzininin, bakımının zerresine dokunmadığım, 7/24 bende olan şahsi arabam şeklinde kullandığım aracım istediğim modele yakın ve istediğim renkte olacak.

Sektör ortalamasında beyaz yakalı yönetici maaşı alıyorum. Sınırsız kullandığım iyi model bir cep telefonum, en üst düzey business model incecik laptopum, adıma çıkarılmış şirket adına haracamalar yaptığım, şirketin ödediği bir kredi kartım ve yaklaşık 10m2 bir odam var. Fakat her beyaz yakalı gibi şirkette her zaman şahsıma adil davranılmadığını düşünüyorum. L.A fuarına bile götürülmedim! En çok yükü taşıyan benim, en çok stresi savuşturan benim, satışlara takla attırıyorum, buna rağmen gördüğüm muamele beni bazen mutsuz ediyor. Kafamda bu sıkıntılar(!) ve okula yetişememe gerginliği ile devam ediyorum yola.

Okulda saat 18.00'e kadar nöbetçi öğretmen var, yine de 17.00'den sonra alınca, oğlum niye geç aldın diye atarlanıyor, üzülüyorum bende, herkesle beraber okuldan çıkmasını sağlayamadığım için. Nihayetinde en iyi eğitim alması için özel okula gidiyor, acil dil öğrenmesi lazım, 7 yaşında İngilizce öğrensin ki ilerleyen yaşlarda ikinci dili öğrenecek. Yaşıtları arasında ezilmemeli, iyi bir gelecek için eğitimini kusursuz tamamlamalı. Dolayısıyla okuldan 30-40 dk geç almak sınıf arkadaşları arasında sorun olabiliyor.

Okulun önünde her zaman olduğu gibi uygun yer yok, birkaç metre ileriye bir kenara sıkıştırıyorum arabayı. Yağmur sakin yağıyor, yine de bagajdan şemsiyemi alıp hızlı adımlarla giriyorum okula. Oğlum iniyor merdivenden, yeni okul kıyafetleri çıkmış, kitap listesi çıkmış. İyi bir para karşılığı satılıyor okul tarafından. Onları inceliyoruz ödemesini yapıp çıkıyoruz dışarı. Şemsiyemi açıyorum hemen, ıslanmasın oğlum. Cuma aktivitesi konuşmaya başlıyor, 12 sayfa ödevi varmış, kolayca yaparmış, uzun zamandır gitmiyormuşuz sinemaya mı gitsek acaba diye soruyor. Arabaya binelim konuşuruz diyorum. Okul otoban yan yolunda, yoğunluklu bir yan yol orası. Şehirlerarası otobüslerin kalktığı ufak bir nokta da var hemen okulun karşısında.

Birkaç metre ötedeki arabaya daha az ıslanarak binebilmek için okul bahçesinden çıkarken adımları hızlandırıyoruz. Yolun karşısına geçmek için kafamı kaldırıyorum terminalin köşesinde, okulun tam karşısında muşambalarla örtülmüş tezgahın hemen yanıbaşında onu görüyorum. Üzerinde 80'lerin çok tutulan renkli eşofman takımlarının üstü var. Altında yağmur suyundan üst tarafları koyulaşmış bir kot. Elleri cebinde, omuzlarını yukarı doğru çekmiş muhtemelen üşüyor ve işe yaramayan yağmurdan az ıslanabilme refleksi gösteriyor. Ayağında ünlü markalardan birinin eskimiş sahtesi bir spor ayakkabı. Muşambanın sulu koyuluğundan kırmızı tentesi zor seçilen simitçi tezgahının başında bizi izliyor. Gözgöze geliyoruz, gözümü kaçırıyorum arabaya doğru ilerlemeye başlıyorum.

Bizi izlediğini biliyorum, arabaya yaklaştıkca gözümü neden kaçırdığımı anlıyorum, çünkü utanıyorum. O soğuk havada satılması çok mümkün olmayan simitlerinin başında okuldan çocuklarını alan aileleri izliyor. Muhtemelen o da bir baba, hiç okuldan alabiliyor mu çocuklarını? Okuldan alırken sinema planları yapabiliyor mu? O havada kaç simit satmalı ki kitapları defterleri denkleştirebilsin?

Gözümün önüne bir anda Samsun sigarası paketi geliyor. Üniversitede içtiğim sigara, o kadar yaşlı değilim, her sigaranın bulunduğu bir dönem üniversite yıllarım. Ama param yok, en ucuzundan sigara alabiliyorum. İlk zamanlar utanıp Marlboro paketine sokardım, sonra insanlar sigara isteyince Marlboro paketinden Samsun çıkartma daha utanç verici olduğu için ondan vazgeçip salmıştım konuyu.

İstanbul'un en iyi semtinde büyümüş, iyi kolejlerinden birinde okumuştum. Liseyi bitirirken babam battı, ben de gazetecilik hayallerimi çöpe atıp zar zor kazandığım devlet üniversitesine gittim. Babam sıkı batmıştı, okul harçlığımı verebilmek için tüm yakınlarından günlük borç istiyordu. Aldığı parayı olduğu gibi bana veriyordu, okula gidebilmem için. Bir simit tezgahı yoktu, mühendisti yeniden toparlayacağını hayal ediyordu. Toparlayamadı... Ben arkadaş ortamlarında "yaa aç değilim" diye yiyemediğim pizzanın kılıfıyla ve Samsun sigarasıyla yaşamayı öğrenmek zorundaydım.

Arabaya doğru adımlarımı hızlandırdım, simitçi beni izliyor yada ben öyle hissediyorum, kim bilir ne düşünüyor, kendi çocuklarıyla yapamadıklarını mı, eve götüreceği ekmeğin bile parasını zor denkleştirdiği o günün laneti mi. Babam geliyor aklıma, içim sıkışıyor, yüreğime bir yumru oturuyor, geçmiyor 10 metrelik yol. İnsanoğlunun nankörlüğüne, bulunduğu kabın şeklini alışına bela okuyorum ve artık rengini beğenmediğim arabama binip oğlumla sinema planlarını konuşmaya başlıyorum...