24 Ekim 2020 Cumartesi




 Ahmet abiye saygı ve rahmetle. 


Muhtemelen 14 ya da 15 yaşındayım babanemin evinde uzak bir akrabanın kızı var yaşıtım, Tuğçe... Mahalleden sıkı bir arkadaşım tavsiye vermiş Bahtiyar şarkısını, amcamın kasetçi dükkanında denk gelip yapışmışım albüme. Babanemdeki kapaksız küçük teypte sürekli Bahtiyar çalıyorum. Tuğçe geldi yanıma sağcı mısın? solcu musun? Diye sordu. Afalladım kaldım. İkisi de değilim ama biri olmalıyım sanki gibi hissettim o an...

O zamanlar bu kavramlara uzağım, ama Tuğçe Fenerbahçe Lisesi’nde okuyor konuya hakim. Ahmet Kaya dinlediğim için siyasi bir fikrim olduğunu düşünüyor. Üzerinden 25 sene geçti sanıyorum hala öyle düşünülüyor. 

Ben öyle tanıdım Ahmet abiyi, kendimce tanıdıktan sonra da hep abi dedim yine kendimce. O yılların kısa zaman sonrası, amcamın kasetçi dükkanı format değiştiriyor yine kasetçi falan da markalaşmaya uğraşıyordu sanırım. Bu vesile ile dükkana açılış tertiplenmiş. Babamla birlikte çocukluk arkadaşım, kardeşim İbrahim’i alıp biz de açılışa gidiyoruz. Dükkan şekil, açılış kumanyası daha şekil. İboyla en sevdiğimiz ortam gömülüyoruz böreklere poğaçalara. Dükkanın kapısındayım yüzüm içeri dönük, bir anda birisi ittiriyor beni çekil gibisinden. Noluyo arkadaşım amcamın dükkanı burası diye döneyim derken izbandut denilen formda bir beyle karşılaşıyorum, hemen arkasından kısacık boyu koca göbeği ve sakalıyla Ahmet abi giriyor içeri. İzbandut korumasıymış Ahmet abinin, kendisini benden korumasına gerek yoktu halbuki. Gidip amcama sarılıyor hayırlı olsun Alpay diyor. Amcamın siyaset geçmişinden yakın arkadaşı Ahmet Kaya, babam bizi topluyor, gidelim diyor, “beni de tanırsa çok tutar şimdi...” babamın da bir dönem arkadaşı olmuş, amcam kadar ileri götürmemişler arkadaşlığı babamın siyasetle alakası yok zira. 

Çıkıp gidiyoruz o gün dükkandan. Sonra ki yıllarda Ahmet Kaya’yı paylaştığım arkadaşlarım oluyor benim. Biraraya gelip sürekli dinliyoruz, içiyoruz, dinliyoruz tekrar içiyoruz bu denklem çok uzun yıllar sürüyor. O zaman henüz dijitalleşememiş müzik piyasasında bütün albümlerini bulmaya uğraşıyoruz. Kaset- cd geçişinde hibrit bir koleksiyon modeli oluşturuyoruz hangi albümü hangi formda bulursak artık. Karışık kaset modasını Ahmet abiye uyarlıyoruz, best of şarkıları 90’lık tek kasete yüklüyoruz. Togay’la walkmenin kulaklığını paylaşarak bir akşam Caddebostan’dan Suadiye’ye sonra tekrar Caddebostan’a yürüyerek kaseti tamamlıyoruz. Sonra biraları toplayıp benim odamda dinleye dinleye sabahlar ediyoruz sevgililerimize şarkılardan sözler atıyoruz; Yıkar mı bizi bu yalancı ayrılık! Üniversite yıllarında arkadaşlarımın öğrenci evinde yanık sesiyle, bağlamasıyla Metin çalıyor biz söylüyoruz gecelerce. Bir zaman sonra 90’lık best of kaset çöp oluyor çünkü her şarkı best artık...

Bir akşam okuldayım, SMS’lerin kontör limitiyle paralel gittiği zamanlar. Metin’den mesaj geliyor “başımız sağolsun kanka” haydaa kim öldü? Liseden biri mi? Hocalardan biri olabilir? Metin’e ilk mesajda yazmadı diye de kızıyorum ufaktan, kim diye sorduktan sonra ah vah dicem haybeye 2 ekstra kontör gidecek. “Kim öldü oğlum” diye yazıyorum, Ahmet abiyi kaybettik diyor, kontörleri unutuyorum ne cevap verdiğimi hatırlamadan yanımda yakınımda olan arkadaşlarımla haberi paylaşıyorum hemen. Sallamayan oluyor, iyi olmuş diyen de oluyor, tartışacak kadar enerjim yok. Kantinde bir müzik kutumuz var, para atıyosun şarkı seçip çalabiliyosun bütün kantine. Kalkıp gidiyorum makinanın başına arıyorum herhangi bir Ahmet Kaya şarkısı bulamıyorum...

Magazin gazetecileri gecesinden sonra çok kızmıştım herkese, isim isim gitmiym hakkaten bilenmiştim. Dedim ya Ahmet Kaya’nın siyasi yönüne zerre takılmamışımdır ama bir insanın üzerine o derece gidilen organize bir linç de hiç hatırlamam, gerçekten de “ulan hepiniz ordaydınız be”. Devamı herkesin malumu, sürüldü ve sürgünde kalbine yenik düştü.  O akşam orada olan ve cidden uyuz olduğum bir magazin gazetecisi kadın ile birkaç yıl sonra bir kitapçıda karşılaşıyorum, gözlerime inanamıyorum çünkü eline alıp incelediği kitap Ahmet Kaya’nın hayatını anlatan vefatından kısa süre sonra çıkmış olan bir kitap. Yıllardır aklımda olanları söylemek istiyorum bi anda, yanına gidiyorum bütün efendiliğimle “xyz hanım siz de ordaydınız hatta çok önlerdeydiniz” diyorum. Ya diyo o günden sonra ben hiç kendime gelemedim yanlış anlaşıldım Ahmet’le ben çok yakındım halbuki, Ahmet, ben, Selda(Bağcan) Bodrum’da çok vakit geçirdik çok şarkı söyledik beraber çok üzüldüm diyor. Biz de o akşam üzülmüştük olsun, diyip ayrılıyorum yanından. Pişmanlık akıyor içinden çok belli. Yıllar sonra herkes çok üzülüyor zaten ama olan oluyor, biz Ahmet Kaya’yı canlı dinleyemediğimiz için kahrolurken 43 yaşında genç bir adamı memleket hasretiyle toprağa veriyoruz. Amcam son görüşmemizde “çok kilo almışssın oğlum dikkat et biraz” demiştim ben ona diyor. Ben kilodan mı acaba hakkaten diyorum...

Paris’e ilk gidişim, Disneyland, Eyfel, Montmartre planları yapılırken ben haritadan ivedilikle bugün halen adını söylemekte zorlandığım Pere Lachaise mezarlığını buluyorum. Bavulu otele atar atmaz metroya binip mezarlığa gidiyorum. Bir mezarlık için ne kadar pozitif yorum yapılabilir bilemiyorum ama Edith Piaf, Balzac, Oscar Wilde, Callas, Moliere, Chopin, La Fontaine, Jim Morrison, Yılmaz Güney ve tabii ki Ahmet abi o mezarlıkta yatıyor. Başlıktaki resim o günden... Olmasaydı, olmasaydı sonumuz böyle diyerek tüttürüyorum sigaramı...






22 Ekim 2020 Perşembe

 


                                TANIŞMA


                                              

Amazon'dan sipariş ettim yukardaki kitabı, memlekette yok, hayatımda ilk defa yurtdışından kitap getirttim, çok havalı :). Kitabı aldıktan sonra tanışmamız geldi aklıma, yazıya dökeyim dedim Maradona'yı anlatacak halim yok zilyon yazı vardır hakkında, zaten anlatmaya çalışssam yazıyla çok zor...

Bir büyük rakı, 2 paket Samsun sigarası dedi babam. Üsküdar Tunusbağı'ndaki apartmandan çıkıp yaklaşık 100 metre ötedeki bakkala gittim. Kahverengi etiketli Yeni Rakı şişelerini gazeteye sararlardı o zamanlar. Bakkal şişeyi sardı, dönüş yolunda şişeye sarılı gazeteye ilişti gözüm, bir gün öncesinin gazetesi, spor sayfasına denk gelmişiz şansa. İlkokul 1. sınıfı yeni bitirmişim, taze okuyucuyum yani, koca başlığı şişeyi döndürerek okuyorum yolda. "Almanlar Maradona'yı kilitleyecek" yazıyor başlıkta. Dünya Kupasının o günden önceki kısmını hiç anımsamıyorum ama Maradona'yı biliyorum duymuşum. Enteresan geldi nasıl durduracaklar ki? Çok iyi topçuydu Maradona, öyle biliyoruz... 

Final akşama, büyük rakının müsebibi o maç. Bir an seviniyorum, izleyeyim ben de maçı Maradona'yı görürüm!. Babam masaya kuruluyor, sofra hazır. Ben Arajntin'i, dürüst olayım Maradona'yı tutuyorum, zira ne Arjantin'i bilirim ne de geri kalan topçularını. Babam üniversite arkadaşlarıyla çırçır kahvehanesinde izlediği 1974 finalinde Hollanda'yı tutan bütün kahveye karşı Müller ve Almanya iddiasıyla ünlenmiş biri. Fanatik Almancı. Maç başlıyor, o yaşta ne kadar anlayabilirsem o kadar anlamaya çalışıyorum olan biteni, Maradona hakkaten ortada yok. Bana göre maç başlar başlamaz gol atmalıydı... ilk yarının ortalarında Arjantin bir kafa golü atıyor. Ben seviniyorum ama Maradona hala yok... İkinci yarı bir gol daha yine Maradona'yı duymadık, Burruchaga, Valdano isimleri dönüp duruyor kafamda. Ben Arjantin'den ziyade Maradona'yı takip ettiğim için bir hayal kırıklığım var, heralde gerçekten gazetede yazdığı gibi kitlediler... 

Maç 2-0 Arjantin kazanacak maçı gibi. Babam rakının da etkisiyle Almanlar bırakmaz maç dönecek görürsün gibi bişeyler söylüyor. O söyledikce ben daha bi Arjantinli oluyorum, Maradona'yı salıp mavileri tutmaya başlıyorum, bu maç dönmez alır Arjantin! Maçın son 15 dakkası Dünya Kupaları tarihinin en hareketli maçı sanırsam. Almanlar kornerden bir gol atıyor, babam ayakta "dönecek diyorum" diye bağırınıyo. Devamında bir korner ve bir gol daha 2-2!. Babam bu defa bildiğiniz evde tur atıyor goool diye bağıra bağıra. 74 finalindeki arkadaşları yanında olmadığından olsa gerek 7 yaşındaki oğlunu muhattab alıp bana çemkiriyor nasıl koyduk gibisinden. Ben de taraf tutan reaksiyonu göstererek hırsımdan sinirimden ağlamaya başlıyorum, ben ağlamaya başlayınca gürültü patırtıdan olsa gerek küçük kız kardeşim de ağlıyor, devreye annem giriyor o babama söyleniyor, babam sakinleşmeye çalışıyor  Meksika'da oynanan Arjantin-Almanya maçı Üsküdar'da çekirdek bir ailenin kısa süreli çalkalanmasına sebep oluyor. Ortalık sakinleşiyor çok kısa bir vakit içinde Burruchaga! 3. golü atıyor. Bu sefer ben, az önce içten ağladığım şişmiş suratım ve gözlerimle goool diye bağırıyorum bu defa babam olgun evde herhangi bir sorun olmadan gol sevinicini tamamlıyorum. Maradona'yı çoktan unutmuşum Arjantin'in galibiyeti çok önemli. 

Maç öyle bitiyor ben hakkaten Maradona'yı kitlemişler gol atamadı diye düşünürken kupa onun ellerinde havalanıyor. Meğer asist denen bişey varmış, Maradona aslında orta saha imiş. Bunları belli seneler sonra öğreniyorum. Babamın üniversite arkadaşlarının 74 finali intikamını o akşam alıyorum. İtalya 90'da 11 yaşımda iken babamın nasıl rövanşı aldığını da ayrı bir yazı da paylaşırım, belki de paylaşmam sonu çok da iyi değil.

29 Haziran 1986, o gün  aklıma düşüyor Arjantin mavisi, Diego güzellemeleri. Yine sonradan öğreniyorum ki o kupada atılmış dünyanın gelmiş geçmiş en güzel golleri. Keşke daha önce alsaydım rakıyı belki çeyrek finali de canlı izlerdim...