31 Temmuz 2009 Cuma

"Bayern"leşebilmek.



Hep derler bir yöneticinin bir şirkete ciro anlamında etkisi ilk etapta %10'u geçmez diye. Muhtemelen teknik direktörler için de benzer bir şey söylenebilir. Zira anında etkilerini görmek mümkün olmuyor ve sürekli zamana ihtiyacımız var minvalli sözler ediliyor.

Çok da yanlış bulmamak lazım, sonuçta gerçekten de bir çok dinamik var bazı şeyleri başarabilmek için bu doğru, fakat bu tez bazı hocalar için geçerli değil galiba. Çarşamba akşamı bir Bayern Munih izledim ki, geçen sezon oynadıkları adına futbol demek için onlarca şahit gerekecek naneyle karşılaştırmaya kalktığımızda futbolbilenler tarafından taş-sopayla kovalanacağımız türden bir takım.

İnanılmaz bir tempo, müthiş bir teknik kapasite ve fizik güç. Milan'ı, abartmıyorum 70 dakika gerçek anlamda sahasından çıkartmayan bir pres. Geçen seneki kadroyla çok farklılıklar mı arzediyor? Hayır. İstenmiyor denilen Hamit ilk 11 oynayıp golün asistinin asistini yapıyor, Mario Gomes yeni giydiği formayla 10 yıldır mücadele ediyormuş havasında. Van Buyten'i gezegendeki tüm stoperlerin izleyip, bu pozisyonda oynayabilmek için gereken şartnameyi kendisinden edinmesi gerekir.

Ve tabii başlarında Louis Van Gaal... Açıkçası Bayern Ribery'i Real'e vermeme konusunda o kadar ısrarcı olduğunda çok garipsemiştim. Aklımda hep geçen yılın son maçları kalmasından sebep "boşuna tutuyorlar, dünyanın parasını kazanmak varken" diye geçirmiştim içimden. Fena halde yanılmışım. Uli Hoeness'in bir bildiği varmış.


Çarşamba akşamı Ribery kadroda yoktu, tribünden takip ediyordu maçı. Takıma katılmasıyla Bayern daha da inanılmaz bir kılığa bürünecek bence, bu yıl Şampiyonlar Ligi'nin tozunu atacaklar benden söylemesi.

Bir Milan notu

Ben bu Milan taraftarının yerinde olsam, kulübü hemen basarım. Ne biçim ultrasınız kardeşim siz? Kulüp başkanının ülkede elden geçirmediği telekız kalmamış, her gün birisiyle takılıyor. Milan muhtemelen s..kinde bile değil çünkü azmış resmen. Takım günden güne eriyor. Buna dur diyecek bir delikanlı yok mu? Koca Milan'ın geleceği hal bu mudur? Bu kadroyla Juve ve Inter'i geçtim, geçen sene ilk 10'a giren takımların birçoğuyla başedemez. Forvet yok, kanat yok, bek yok, stoper yok, transfer desen o da yok. Ronaldinho, bitik. Defansta, Favalli, Oddo, Zambrotta gibi duvarları elek dolu isimler var. Onyevu diye bir afro-american aldılar, adamın eli ayağına giriyor iki top gelince. Bence çok köklü bir devrim yapmaları gerekiyor ama onu yapacak isimler Patricia D'addario civarında dolaşıyorlar. Sonları hayır olsun.
Tüm bunları gördükten sonra CL'de Milan'ın 1, Inter'in 2. torbada olması anormal tezat oluşturuyor. Beşiktaş yatıp kalkıp 1. torbadan Milan gelsin diye dua etmeli bence.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Kahin Bülent Uygun



"Benim 5 türlü planım vardır. Bu plan gideceğim yerle ilgilide 5 türlüdür, kendimle ilgilide 5 türlüdür. Yani sadece bir plana bağlı hareket etmem. Dolayısı ile 5 türlü plan yaptığım ortamda bu takımın kurgusuna, yapısına ve hedefine götüre bilecek şekilde transferler yapılacaktır. Hangi platforma gideceksek ona göre transfer yapılacaktır. Tabi ki burada hemen eleştiri yapmak isteyen arkadaşlar olacaktır. Bizim ülkemizde herkes futbolu çok biliyor ya. Onlara da bir laf söyleyeyim; evet 5 yeriz, 7 yeriz ama 6 yemeyiz. 7 yeriz, 9 yeriz ama 8 yemeyiz."

Bülent Uygun 2 Mart 2009 tarihinde maraton.com.tr'ye verdiği röportajda böyle demiş. O "5" türlü planın içinde acaba Avrupa Kupalarında "5" yemek de varmıydı diye sormak isterdim ama zaten cevabı kendi vermiş 5 yeriz demiş. İnsanın kendisini ve kapasitesini bilmesi güzel, özellikle bunu taa aylar öncesinden öngörebilmek sadece liderlere özgü bir yeti olmalı. Kendisini tebrik ederiz...

Ancak güzel bir söz vardır "Büyük lokma ye, büyük laf konuşma" diye şimdi birisi çıkıp "4 yeriz, 6 yeriz ama 5 yemeyiz" derse altından kalkamazssın!

Yine de bir Türk takımının Avrupa hezimetini kelam edecek değiliz, canı sağolsun Sivas'ın...

28 Temmuz 2009 Salı

Ulemadan inciler-2



Aslında ikinci posta diye başlık attım ama bu konuda son defa yazacağım. Geçen yazımda da bahsetmiştim, ben Mehmet Demirkol'u okumaktan ciddi anlamda zevk alan bir futbolseveri(di)m, İletişim yayınlarının Türk futbol tarihinin en efsane yazılarını bir araya getirdiği "Dünya Kupası" isimli kitapta yazdığı Alman güzellemesinden tutun daha önce bahsettiğim kupa yazıları konulu kitabına kadar ince ince okudum. Hem de birkaç kez...

Şimdi kendisinin öle halim selim bir okuyucusu sıfatıyla diyorum ki, benim bildiğim Mehmet Demirkol bu değil. Ayağı yere sağlam basan, anlattığını, yazdığını insanlara inandırma garantisi veren havasından artık çok uzak. Bilmiyorum belki de alaturka yazarlıktan sıyrılmanın bedelleridir, ama artık çok net bir konu var ki Mehmet Demirkol soyadı gibi sert olamıyor, yazısındaki "ben dedim kardeşim" tavrı kayboldu.

Bunun sebeplerini aslında uzun uzun anlatmaya gerek yok. O havayı kaybettiğini kendisi de farkettiğinden dolayı farklılık yaratma amaçlı yorumlara daha fazla yer vermeye başladı. Fakat farklılık yaratmak için uğraşırken açık konuşacağım eline yüzüne bulaştırdı herşeyi.

Ferrari eleştirisiyle çıktığı yol o kadar gereksiz ve anlamsızdı ki aldığı tepkileri kendi vicdan muhasebesinde de doğru bulmuş olacak ki "Ben size Macaristan'ı yenemezsiniz demedim" minvalinden yazılar yazamadı. Olayın üzerine gitmedi, Fenerbahçe transferlerine yöneldi. İlk evvela "iyi seçenekler" başlığıyla Fener'in yeni transferlerinin takıma olacak olan katkısına ve alternatifli kadroya değindi hatta,

"Santos, Konfederasyon Kupası’nda vasatın oldukça üstünde bir performans çizdi. Hızlı, ayaklarına hakim, cüretkar bir oyuncu. Hücum yönünün savunmasından çok daha parlak olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Güiza ve Alex’in oyununu dripling ve koşularla tamamlama ve üçgeni oluşturma konusunda Uğur’dan daha teknik bir tercih olacaktır. Ancak fazlasıyla Brezilya stili oynaması nedeniyle, Avrupa futbolunun özellikle sertliği ve temposuna uyum sağlaması ve oyun devamlılığına kavuşması için süreye ihtiyacı olabilir. Bu yönde kendisini tamamlaması gerekiyor.
Sonuç olarak Fenerbahçeliler ismi büyük oyuncuları bekliyor olsalar da, Güney Amerika’dan getirilebilecek iyi seçeneklerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.


diyerek bir nevi yeni transferleri çok beğendiğini, Brezilya'dan alınabilecek en iyi seçenekler olduğunu belirtti.

İşte tam da bu yazı tepkilerin odak nokası oldu. Olması da gayet normaldi, zira o derece bir Ferrari kötülemesinden sonra yazılan bu yazı zaten hali hazırda verilmek içinde elde beklenen "Fenerbahçeli yazar" yaftasını yapıştırdı boynuna. Ben yukarıda belirttiğim vicdan muhasebesini bu dönemde yaptığına inanıyorum zira bugün yazdığı yazı tam da "bakın fenerbahçe yazarı değilim, istediğim zaman onları da eleştiririm" yazısı. Başlığa bakarmısınız;(Fenerbahçe'nin yeni transferlerini kastederek) "Bu para etmez" popülizm değil de nedir? Bu para etmeyeceğini söylediği oyuncular, bir önceki yazısında Brezilya'dan alınan en iyi seçenekler dediği Cristian ve Dos Santos. Diyor ki Demirkol;

"Andre dos Santos’un bilinen bir önceki bonservis ücreti 400 bin euro. Cristian Baroni’nin 350 bin. Bundan önceki kulüplerinden aldıkları yıllık ücretlerse bu rakamların da altında...
Bu rakamlar yüzde yüz doğru olmayabilir. Çünkü Brezilya’da da bizimkine benzer şeffaflıktan uzak bir ekonomik hal mevcut. Ama üç aşağı beş yukarı rakam bu... Onun da ötesinde Dos Santos’un bonservisi kaç kişinin elinde, Fenerbahçe verdiği parayla 26 yaşındaki oyuncunun bonservisinin kaçta kaçına sahip oldu, bunları çok bilmiyoruz.
Bildiğimiz şu. Bu iki oyuncu, hem maaş hem de bundan önceki bonservislerinin 10 ila 20 katı fazla paraya transfer edildi. Zaten açıklamaları da dürüstçe bu yönde: “Öyle bir teklif geldi ki, hayır diyemezdik!"


Eh be birader bu yazı oldu mu şimdi? Durumu kurtarmak için baltayı resmen taşa vurmuşssun. Maddelerle açıkliym.

*Önceden bonservisi düşük olan bir oyuncuya zaman geçtikçe fazla bonservis ödenmesi kadar doğal ne olabilir? Cristiano Ronaldo için İspanyol bir spor yazarı "bu adamın bir önceki bonservisi 15 milyon euro idi şimdi bilmem kaç katına transfer ettik" dese, sana ne derece mantıklı gelir?

*Eskiden yüksek olan bonservisi ucuza almak daha "rahatsız" edici bir durum değil midir? Bu durum onun kalitesinin düştüğünü gösteren dinamiklerden biridir değil mi?

*Peki Dos Santos'un bonservisi 400 bin euro iken tam da senin bir önceki yazında bahsettiğin gibi Konfederasyon kupasında "vasatın çok üzerinde"(ki bu iyi oynadı demek) perfromans göstermesi fiyat artışı için gayet doğal bir sebep değil midir?

*Güney Amerika'dan senin tabirinle "alınabilecek iyi seçenek"in fiyatı bir önceki transferine göre yüksek olması çok mu anormal? Sonuçta oralardan adam getirebilmek belli maliyetler gerektirmiyor mu?

Mehmet Demirkol bence kaş yaparken göz çıkartan bir yazı yazmış. Yani şu iki yazısını yan yana koymasını, Ferrari için yazdıklarını ve söylediklerini toparlamasını ve benim gibi onlarca insandan gelen şikayetleri bir araya koyup tekrar bir vicdan muhasebesi yapsın ancak bu muhasebeyi yaptığı dönemde mümkünse yazı yazmaya ara versin, zira yazdığı yazılar öğle yemeğine çıkmadan 10 dakika önce başlanmış ve arkadaşlarının "mehmeett yemeğe çıkıyoruz" diye seslenmesiyle "bitiriyorum abi iki dakka bekleyin" sözleri sonunda toparlanmış havası veriyor.

Bu yazıdıklarımı nasıl algılayacağını bilemem, ancak şunu söylemek istiyorum bunu sadece spor sevgisi yüzünden yazı yazan bir "eski" okurunun serzenişi olarak algılasın. Almanya'dan teyzesinin getirdiği kramponlar üzerine yazılmış o müthiş yazıyı bugün yazılan elli tane Mehmet Demirkol makalesine değişmem. O amatör ruhu yeniden yakalaması dileğiyle...

25 Temmuz 2009 Cumartesi

2010 yolunda Denizli ve Beşiktaş


Hep sorulur ya "sizce şampiyonluk yolunda dönüm maçı neydi?" diye, herkesin kendince cevabı vardır çoğunlukla da doğrudur, ulan hakkaten önemliydi o maç da deriz. Benim de geçen yıl için bence dönüm maçı diyeceğim maç deplasmanda oynanan Gaziantep maçıdır.

Hiç unutmuyorum maçı izlemek için bir arkadaşımızda toplanacağız. Günlerden Cuma, iş çıkışı direkt adrese gideceğim yolda spor radyolarından birini dinliyorum(zaten ben bu spor radyolarını sadece yolda dinliyorum, artık sadece radyo dinliyorum diye yazarsam anlayın ki yoldayım). Maç öncesi yorumlar ve röportajlar falan var stattan canlı. Ligin 2. yarısı yeni başlamış Beşiktaş'ın son iki maçı(Konya-Trabzon) hüsran. Özellikle o kadar puan gerideyken içerde şampiyonluğun en güçlü adaylarından! Trabzon'u yenememek cinayet anlamını taşıyor, bitmek üzere Beşiktaş.

Her neyse tekrar radyodan aktarılan maç öncesi yorumlara dönüyorum. Hayalle karışık hatırladığım bir kaç yorumdan sonra Bağış Erten'i buluyorlar. Ender sevdiğim Fenerbahçeli yazarlandandır kendisi, epey de beğenirim yorumlarını. Tabata'nın yokluğundan dem vurulmasını, "eğer Delgado'nun olmayaışını değil, Tabata'nın olmayaşını sorguluyorsak Beşiktaş için işler iyi gitmiyor demektir" diye yorumluyor ve ekliyor. Beşiktaş'ın dönüm maçı (net kelimeleri hatırlamasam da) ama bence şampiyonluk iddiasını burada bırakır minvalli birşeyler söylüyor. Puan durumu+takımın durumu+maçın zorluk derecesi bir anda gözümün önüne geliyor. Normal şartlarda ağız dolusu küfür edeceğim bu yorum olabildiğine mantıklı geliyor, o anda trafik+kalbim sıkışıyor, bir hüzün senesinin daha arifesinde olduğum aklıma geliyor geriliyorum... 3 kutu düşünürken 6 kutu bira alıyorum ve basıyorum zile...

Maçın ilk 3 dakkasını kaçırmışım, girince çocuklarla da paylaşıyoruz herkesin yüzünde mevcut sebeplerden bir sıkıntı. Küçücük bir odada 8 kişiyiz... 6 biranın 4 tanesini ilk devre içiyorum. İçelim ki unutalım, zira henüz gol yok, olmadığı gibi Antep daha baskın.

İkinci yarı başlıyor, 48 Nobre, 51 Tello! 8 kişi oda da alt alta üst üste. Kalan iki bira da o ara bitmiş. Salondan votka geliyor, yoğun sigara dumanı altında alkole devam, 87 tekrar Nobre ve 3-0. Bu arada alkolün etkisiyle çiçek gibiyim. Sadece sırıtıyorum. Kafayı toparlamam gerekli, puan durumu+şampiyonluktan kopmamak+önümüzdeki hafta maçı vs... Yok olmuyor sırıtıyorum. Fakat Beşiktaş daha sonra 3 hafta üst üste galip gelerek meşhur Sivas maçına çıkıyor, gerisi de zaten malum.



Yazının girizgahı daha da önemlisi bir maç anısı için fazla uzun oldu farkındayım fakat "geçmişini bilmeyen" sözleriyle başlayan meşhur bir atasözü var o yüzden dönemecin ne olduğunu hatırlatmak istedim.

Geliyorum asıl konuya, geçen yıl bu anlattığım maç ikinci yarının üçüncü, ama o dönemin 4. maçıydı(ilk yarının son maçını ikinci devre başında oynatmışlardı). Ernst'in, Yusuf'un henüz geldiği dönemler. O maça kadar tıpkı yukarda anlattığım gibi kara bir tablo var ama o maçla beraber her şey farklılaşıyor. Peki bu yıl ne olacak? Önce başa bir dönemlim


MUSTAFA HOCA BIRAKIYOR!

Öncelikle şunu söylemeliyim. Mustafa Denizli ile ikinci defa anlaşıldığında içimde bir yerlerde bi sıkıntı oluştu. Hocayı sevmediğimden değil de anlaşılma biçimden. Malumunuz hoca sezon sonunda devem etmeyeceğini söyledi başkana. 3 büyük kulübü şampiyon yapmış tek hoca olarak bitirdiği sezonun keyfini Çeşme'de rakı-balık eşliğinde çıkarmak istyordu, artık strese gerek yoktu. Kendince haklıdır hoca bu kararında bence.



Fakat karar anından itibaren yer yerinden oynadı. Demirören'in uykuları kaçtı, Mustafa Hoca giderse ne yapacaktı? Basın+taraftardan tepki gelecekti. Yeni hoca bulunması, adapte edilmesi vs.vs. çok zor geldi başkana. Hemen telefona sarıldı Mahmut Özgener'i aradı "Mustafa hoca gidiyor, lütfen birşeyler yapalım!". Merak etme Yıldırım elbirliğiyle döndürürüz hocayı. Özgener telefonun ahizesini yerine geri koymadan hemen çevirdi numaraları.

Mustafa Denizli'nin kankası Vatan gazetesi spor müdürü İbrahim Seten'i aradı. "İbocum, Mustafa Hoca ayrılacakmış, Yıldırım aradı toparlanalım", ordan Şansal Büyüka'ya giden telefon ve toplanan konsey tacizlere başladı Mustafa Denizli'yi. Gerisi hepimizce biliniyor geldi imza attı. Benim de aklıma zorla ...'dan doğmayacak çocuk aklıma geldi.



Gereksiz panikten zoraki de olsa anlaşma yapıldı ama ben hocanın motivasyonunun ne durumda olduğunu merak edip duruyorum şu anda. Malum Şampiyonlar Ligi oynayacağız kendisinin bu konuda sicili oldukça kabarık, geçen yıl arkasında duran, sezon başında dönmesi için türlü kulis yapan konsey bu yıl yanında olmayabilir. En basitinden İbrahim Seten'le küstüler. Geçen yıl hiç yemediği medya baskısını bu yıl yerse nasıl bir sonuç çıkar?.. Bu baskıyı kaldırabilir mi? Yoksa sezon ortasında yok arkadaşlar olmadı ben Çeşme'ye gidiyorum der mi?

YA BU SENE?



Ben, tüm iyimserliğimle bu yıl başarılı bir sezon geçireceğine inanıyorum Beşiktaş'ın. Transferler çok anormal değil, hatta gereksiz bir ayrıntı olsa da benim önem verdiğim bir hareketi var hocanın. Quaresma gibi bir yıldızın kendisine teklif edilmesine rağmen hocanın "istediğim adam değil" diyerek teklifi geri çevirmesi, sistem üzerine kafa yorduğunun göstergesi. Kadronun genişliği en büyük avantajlarından biri. Daha da önemlisi sorgusuz sualsiz tüm yetkinin kendisinde, istediği oyuncularla oynayacak, yani tüm sorumluluk şu anda üzerinde. Şampiyonluk için gerekli onlarca dinamikten sezon başı için geçerli olanlarının bir çoğuna sahip Mustafa Denizli.

Bu sezon yazının başındaki gibi dönüm maçlarının aktörü olmadan dümdüz bir yolda ilerlemesi bekleniyor Beşiktaş'ın. Fakat şöyle bir gerçek var, geçen yıldan çok daha zor bir şampiyonluk mücadelesi bu. Özellikle de geçen yıl karşılarına çıkmayan bazı engellerin level atlanılan oyun gibi bu yıl karşılarına çıkacağını hesap edersek Mustafa Hoca'nın sinirlerinin çelik gibi olması gerekli. Aralık ayında da Çeşme hiç çekilmez!

23 Temmuz 2009 Perşembe

San Marino yapıyor, ya biz?

"Sportif başarının önem derecesi ve sonuçları her coğrafyada farklı algılanır. Kimi ülkeler siyasi ve politik alanda alamadıkları başarıları spor sahalarında ararken, kimi ülkeler salt bir spor müsabakası ve onun başarısı gözüyle bakarlar bu mücadelelere. Bu gibi durumlarda aklıma hep 80’li yıllardaki Türk Milli Takımı gelir. Hani Avrupa futbol sahnesinin en zayıf takımıyken aldığımız bir Demokratik Almanya galibiyeti ile “Avrupa Birliği’ne futbolla girdik” minvalli başlıkların atıldığı dönemler... O günlerden sonra ciddi bir sportif kalkınma ve bilinçlenme ile 20 yıl içinde belki de Avrupa’nın bu alandaki en büyük atılımının gerçekleştirilmesi... “Nasıl oldu?” sorusunun cevabı çok basit aslında; Var olan potansiyelin edinilen tecrübeyle birlikte bilinçli bir şekilde işlenmesi ve açığa çıkarılması. Bu durum Türkiye’nin bir şansıydı, çünkü futbolda ne kadar geri kalmış olursak olalım bilinçlendiğimizde kullanabileceğimiz bir hammaddemiz yani insan gücümüz her zaman vardı.


Ya o insan gücüne, o potansiyele sahip olamayanlar? Onlar 2000’li yıllarda 80’lerdeki Türk Milli takımı tadını veren, futbol kalitelerini geliştirmek için belki o zamanki Türkiye’den bile çok çabalayan ama elde olmayan sebeplerle belli mesafelerden ileriye gidemeyen ülkeler...
İşte San Marino bu konudan bahsedilirken akla gelen ilk ülkelerden biri, belki de ilkidir. Avrupa futbolunu milli takımlar düzeyinde takip edenler onların ismini birçok Avrupa ülkesinden daha çok duymuştur, farklı mağlubiyetlerinden ve başarısızlığından sebeple... Avrupa ve Dünya şampiyonası elemelerinde aynı gruba düşülmüş ise grup puan hesaplamaları yapılırken geri kalan 52 Avrupa ülkesi tarafından da karşısına 6 puan yazılan, Avrupa futbol tarihine 13–0 gibi flaş skorlar armağan eden. Daha da önemlisi hasbelkader berabere kaldığı takımların teknik direktörlerinin kariyerleriyle oynayan bir ülkedir San Marino.


İtalya’nın Ortadoğularında bir yerlerde konuşlanmış, Çizme’nin yüzlerce kasabasından biri büyüklüğünde, 30.000’lik nüfusuyla, mahalle maçlarında ağabeylerin arasında küçücük boyuyla çırpınan, istekli ama güçsüz çocukları andırır. Zaten bütün bahtsızlığı da küçüklüğündedir, potansiyelsizliğinde yani. Yoksa kıtanın geri kalanından ne futbol hevesi ne de sevgisi bakımından hiçde farkları yoktur. Hani yüz ölçüm/mevcut spor alanı oranını rakamlaştırdık mı birçok Avrupa ülkesini geri de bırakacak kadar da önceliklidir spor, ya da futbol diyelim, zira San Marino sporu şimdilik futboldan ibaret...

Bilinenin aksine San Marino en eski Avrupa devletlerinden biri. Hatta Dünyanın ilk cumhuriyet ülkesi olarak kökeni 300’lü yıllara dayanıyor. Küçüklüğünden sebeple de çok fazla kaale alınıp savaşılmadığı için köklerini koruyabilmiş ve bugünlere getirmiştir. Dolayısıyla ülkenin futbol tarihi sanıldığı gibi 15–20 yıllık değil tamı tamına 78 yıllıktır. Evet, San Marino futbol federasyonu duyanları şaşırtan bir olgunluğa sahip olarak 1931 yılında kurulmuş. Fakat federasyonu kurduktan sonra yetkililerin aklına bir milli takım kurmak 55 yıl sonra gelmiş.


Yani San Marino futbol federasyonu sadece resmi kuruluşunu ilan eden bir kaç resmi evraktan ibaretmiş bu süre boyunca. 1986 yılında derme çatma bir federasyon binası ve aynı sıfatta bir milli takım ile Kanada Olimpik milli takımının karşısına çıkmışlar ve 4-0’lık bir mağlubiyetle merhaba demişler futbol yaşantılarına. Bu gayrı resmi karşılaşmadan sonra San Marino futbol federasyonunun ilk hedefi UEFA tarafından kabul görmek olmuş. Yapılan ısrarlı başvurular sonucunda San Marino kendi gibi birkaç mikro devlet ile beraber 1988 yılında UEFA ve FİFA bünyesine kabul edilerek ilk emeline ulaşmış. Bundan sonrası herkesin yakından bildiği bir hikaye. 1-0’lık Liechtenstein galibiyeti, deplasmanda Letonya ve kendi evinde Türkiye beraberliği. Geri kalan ise sadece hüsran...


San Marino ile ilgili asıl merak edilen ise işin perde arkasındaki kısmı. Madalyonu tersine çevirdiğimizde hiç de dışardan görüldüğü gibi içler acısı bir durum yok. San Marino futbolu 1988 yılını milat kabul edersek gelişiminin en başlarında henüz... Özellikle zihinlerdeki, “Dünya Şampiyonu ülkenin topraklarının tam ortasında bulunup, bu kadar başarısız olmanın sebebi” sorusuna verdikleri cevaplar tatminkar. İtalya’daki lisanslı sporcu sayısı San Marino’nun nüfusunun çok çok üzerinde, San Marino sınırlarında ise sadece 700 lisanslı sporcu var. Sonuç en başta bahsettiğimiz potansiyel konusuna geliyor. Yani İtalya sınırlarında olmak onlar için hiç fark etmiyor, çünkü İtalyanların suyunu içen vatan evladı çok az... Bu hiç yok anlamına gelmiyor tabii ki.


Ülke federasyonu resmen kurulmadan önce, İtalya’da yetişen oyuncuları var. Bunlardan en önemlisi Massimo Bonini: 80’li yıllarda yedi yıl boyunca Juventus forması giymiş, bu takımla Şampiyon Kulüpler finali oynamış ve San Marino vatandaşı olmasına rağmen özel izinle İtalya milli takımına seçilerek o formayla ter dökmüştür. San Marino resmen tanındıktan sonra ise 30’lu yaşlarını çoktan geçmiş olmasına rağmen. Milli takım formasıyla mücadele etmiş, daha sonra da teknik direktörlük koltuğuna geçmiştir. San Marino’da futbol oynamaya başlayan her genç oyuncunun en önemli idolüdür Bonini...
San Marino futbol federasyonunun önündeki ilk hedeflerinden biri ismiyle birlikte anılan ulusal takım kimliğinden sıyrılıp, kulüp seviyesindeki takımlarına dikkat çekebilmek. Kulüp bazlı yetiştirilen oyuncuların ülke futbolunu ileriye götüreceğinden çok eminler. Bunun için kulüp takımlarına ciddi teşvik ve vergi indirimleri yapmışlar. Kulüpler de sponsorlar yardımıyla transfer yoluna gidiyorlar.


Şampiyonlar Ligi ve UEFA kupası öne elemelerinde boy göstermeye de başladılar. Henüz tur atlayamamış olsalar da özellikle S.S Murata isimli takımları bu alanda en çok tecrübe kazanan kulüp. Çünkü takıma eski Breziyalı yıldız 43 yaşındaki Aldair’i transfer ettiler, ama teknik direktör olarak değil, futbolcu olarak! Yakın zamanda da Romario’nun peşine düşmüşlerdi ancak asıl bombayı eski Dünya Şampiyonu Formula pilotu Michael Schumacher’e futbolculuk teklif ettiklerinde patlattılar. Murata kulübü bu yolla adından söz ettirerek sponsor bulma sürecini hızlandırdı ve Aldair, Romario gibi futbolcuların geniş tecrübelerini kullanmak istedi. Bunun sonuçlarını önümüzdeki dönemlerde nasıl alırlar bilinmez ama San Marino futbol federasyonu bu uygulamalardan umutlu.

Aslında kulüp bazındaki en önemli takımları San Marino Calcio İtalya Serie C-2 liginde mücadele ediyor. Ülkenin milli takım da dahil en eski futbol oluşumu olan kulüp San Marino liginin tamamen amatör kabul edilmesinden sebeple 1988 yılından beri İtalyan liginde yer alıyor ve San Marino’nun tek profesyonel kulübü olarak biliniyor. Federasyon yetkilileri ülkenin futbol geleceğini de bu temele oturtmuş, yani sürekli olarak bahsettiğimiz potansiyelsizliği aşmak için içinde bulundukları toprakları yani İtalya’yı kullanmaya karar vermişler.


Ülkenin çeşitli bölgelerinde kendi çaplarında oluşturdukları scouting sistemi ile İtalyan devlerinin tenezzül etmediği daha az yetenekli gençlere yönelerek onları San Marino Calcio alt yapısına kazandırmayı oradan da yeni kurulan under 21 milli takımının yollarını açmayı planlıyorlar. Federasyon basın sözcüsü Elisa Felici bu konuda yaptığı açıklamada, “amacımız tabii ki İtalya olmak değil, ilk hedefimiz biraz üzerimizdeki takımlar ile başedebilmek. Bunun içinde İtalya’da bulacağımız genç isimlerle bağlantıya geçiyoruz ve onları 21 yaş altı milli takımımız için teşvik ediyoruz. Bu konu da İtalya futbol federasyonundan da destek alıyoruz” diyor.

Bu sitemin başarılı olma olasılığı çok yüksek, çünkü San Marino henüz başlangıç aşamasında olduğu futboldaki potansiyel sorununu Dünya’nın en büyük futbol ülkelerinden birinden insan gücü temin ederek gidermeye çalışıyor. Sonuç olarak San Marinolular’ın göründüklerinden çok daha bilimsel çalıştıkları aşikar. Üzerlerinde büyük beklentilerin getirdiği baskı da olmadığı için bu konuda zamana yayılarak çalışabiliyorlar.


80’li yılların San Marinosu olan Türk Milli takımının üzerindeki inanılmaz baskıya rağmen gösterdiği gelişimi San Marino’nun daha kolay şartlarda yapması çok olasıdır. İlk kornerlerini bize attılar diyerek kendimizi küçümsediğimiz, gerçekte ilk kornerleri olmasa da, ilk gollerini ve uluslararası alanda ilk puanını bizden alan San Marino’nun bizim henüz nail olamadığımız bir de İngiltere golü var, hemde 8.3 saniyede atılıp Dünya Kupası elemelerinin en hızlı golü rekoru kırılarak.


San Marino bir üst kademeye nasıl ve ne zaman geçer orası meçhul, ancak gerçek olan bir şey var, o da: 10 yıl sonra, kalesinde semt kasabı, forvetinde mahalle manavı olmayacağıdır. Çünkü onlar, geleceğin alt yapısını ve profesyonel futbolcularını çoktan yetiştirmeye başladılar. İtalyanlar’a neden benzemedikleri sorusuna verdikleri teknik cevapların sonunda üzerine basarak söyledikleri gibi orası “Serenissima Repubblica di San Marino” yani çok huzurlu San Marino Cumhuriyeti, orda futbolun sadece futbol olan yanını bulabilirsiniz, gerisi için ülkeden dışarı çıkmanız gerekecektir…"


Bu yazıyı geçtiğimiz aylarda bir gazete için yazmıştım. Güzel bir araştırma oldu. Hatta üniversite tezim, lütfen yardım edin geyiğiyle San Marino Futbol Federasyonuna bir dizi soru maili atmıştım, saolsunlar yanıtladılar ve bu yazıdaki bir çok detay onların cevapları sayesinde gün yüzüne çıktı.


Şimdi bu yazıyı tekrar buraya koymamın farklı bir sebebi var. San Marino'yu bir sembol olarak kabul edelim. Az gelişmişliğin(futbol için konuşuyoruz) sembolü olarak. Ancak bu az gelişmişlikle kaderci yaklaşımlar yerine yukarıda anlattığım gibi inanılmaz çözüm yollarıyla mücadele yolunu bulmuşlar, çok da doğru yoldalar.


Ya biz ne yapıyoruz? Binbir sıkıntıyla çıtasını yukarılara taşıdığımız futbolumuz için planlarımız neler? Bu çıtayı daha yukarı taşımak, ya da hadi geçtim, mevcut durumunu korumak amacıyla federasyonun öngördüğü önlemleri merak ediyorum. Çok açık söyleyeceğim, rezilce geçen transfer döneminin bu sığlığı içinde futbolumuzu yönetenler futbol refahımız için ne düşünüyorlar?

Sesimi nasıl duyururum bilmiyorum ama San Marino Futbol Federasyonu'nun tenezzül edip yolladığı cevapların bir benzerini ben Futbol Federasyonundan talep ediyorum ve Federasyon başkanımıza-Milli Takımlar teknik direktörümüze soruyorum; Türk futbolunun geleceği için "en basit" anlamdaki planlarınız nelerdir? Örneğin;


*2000'lerin başındaki jenerasyonun kaybıyla oluşan Milli Takım sıkıntısı için ne öngörülüyor?


*Takımda Brezilyalı orta saha yerine, yerli bir ismin yıldız kıvamına gelmesi için teknik anlamda nasıl bir çalışma yapılıyor? Genelleştirmem gerekirse, eksik olan yönlerimiz için mesela, yıllardır çıkartamadığımız sol bek için Milli Takım hocası-hocaları, kulüp takımlarıyla koordineli çalışıyorlar mı? Kulüp takımlarından böyle bir talepleri var mı?



*Gurbetçi futbolcularla ilgili Milli Takımlar hocasının bazı çalışmaları olduğunu biliyoruz, ancak daha detaylı, örneğin sadece onları izleyecek, hatta haftalık takip edecek bir sistem mevcut mu?


Yukarıda sorduğum 3 soruyu sadece derdimin ne olduğunu anlatabilmek adına örnek olarak verdim. Mutlaka ki bazı girişimler, programlar, hedefler vardır ama dediğim gibi istediğim ve arzuladığım bunları bilebilmek.



San Marino Federasyonu 5 soruya verdiği cevapla zihnimizde bir model canlandırıyorsa, bizim federasyonumuz da yapabilir... Bir kaç yıl sonra San Marino gelip bizi evimizde yenerse şaşırıp şaşırmamam gerektiğini de bu cevaplardan çıkaracağım. Çünkü birileri birşeyler yapıyor...

21 Temmuz 2009 Salı

Mehmet Demirkol!

Ben bu vatandaşı ilk defa 2002 Dünya Kupası münasebetiyle Kore ve Japonya'da yaşadıklarını Radikal gazetesi için gün gün kaleme aldığı ve daha sonra kitaplaştırdığı müthiş güzel yazılarla tanıdım. Kitabı okurken aldığım keyifin yanında bol bol da kıskandım kendisini. Kafasına göre akredite olup gittiği maçlar, seyahat yazarlarnınkini aratmayacak derecede enteresan yol hikayeler, süper diyaloglar vs. vs.. Velhasıl herkesin okumasını salık verebileceğim bir kitap gayet keyifli...



Bu, Mehmet Demirkol ismini ilk duyduğum dönemdi. Daha sonraları Radikal Futbol sayesinde falan devem ettirdik ama o kitap bir milattı. Dolayısıyla kafamda hep o sevimli yazılarıyla kalmıştı. Zamanla işleri büyütü kendisi. Hıncal Uluç'un elinden tutmasıyla da zirve yaptı bir nevi. Hatta Ukuç'un anlatımıyla sadece dost sofrası olarak bilinen bir ritüele bile dahil edilmişti. Bir dönem 90 dakika programına da çıkıyordu abileriyle. Sonra ne olduysa Hıncal Uluç ile araları açıldı, birbirlerine zehir zemberek yazılar yazdılar köşelerinden okuduk ettik sonra ne oldu bilmiyorum. Uluç'un deyimiyle kendi sayesinde girdiği Milliyet'te devam ediyor Demirkol. Bir de malumunuz TRT'de pazar akşamları yaptığı program var...


İyi eğitimli, kültürlü, kafası çalışan bir insan portresi çiziyor Demirkol her defasında. Anlatmak istediği şeyleri ifade ediş biçimi insanda güven duygusu yaratıyor, çünkü kendinden emin, takılmadan ağır ağır anlatıyor. "Bu anlattığı kesin doğrudur" diyordur Demirkol'u dinleyen her kimse...


Galatasaray Liseli buna mukabil, okuldan tüyecek, deplasmana gidip olay yapacak derecede fanatik Fenerbahçeli... Fakat bunu hiç söylemiyor, asla Fenerbahçe yazarı değil, her devrin adamı derler ya işte onun gibi her takımın adamı. "Genel futbol yorumcusu" payesi aldığına inanmasından mütevellit her takımı eleştirme hakkına da sahip. Onu bu manada ukala bulanlar var, doğrudur yanlıştır bilemem ama ben pek ukala bulmuyorum...


Ancak yetersiz ve yersiz buluyorum. Mehmet Demirkol'un futbol bilgisini sonuna kadar sorgulamak istiyorum. Futbol bilgisinden kasıt, saha içindeki dizilişten taktikten teknikten ibaret değil bunların da dahil olduğu genel bir bilgi darağacı bahsettiğim. Örnedğin futbol endüstrsi hakkında bildiklerinin son derece sınırlı olduğuna inanıyorum. Ha kalkıp birisi ya da kendisi tersini bana idda ederse o zaman üzülerek Mehmet Bey'i açık açık taraf tutmakla, belli takımların düşmalığını yapma popülistliğine bulaşmakla itham edeceğim...


Geçtiğimiz yıl ligin son 3 ya da 4 haftası sanırım. Demirkol'a karşı yıllar önce duyduğum sempati nötr bir duruma dönüşmüş, müspet-menfi bir düşüncem yok kendisiyle ilgili öyle bir dönem yani... Ligin o haftasına Beşiktaş liderliği ele geçirmiş kalan hafta maçları için TRT' de yorumlar yapılıyor. Görünen Beşiktaş'ın yakaldığı avantajı sonuna kadar götürüp şampiyon olacağı yönünde. Futbol ulemaları yayında başlıyorlar görüşlerini aktarmaya. Demirkol öyle konuşmalar, öyle açıklamalr yapıyor ki önce kulaklarıma sonra onu yorumlayan beynime inanamıyorum! Beşiktaş'ın son üç haftada alacağı sonuçlarla ligi ancak 2. bitirebileceğini hatta 3. dahi olabileceğini belirtiyor.(bu arada mağlubiyet sayısını da vermişti ama unuttum ancak, Beşiktaş'ın 3. olmasına yetecek derecede sanırım 2 mağlubiyet, 1 beraberlik tarzı bir tahmindi)


Programı babamla izlerken birbirimizin suratına bakıyoruz başlıyoruz gülmeye. Neye güldüğümüz belli değil ama... Babam muhtemelen "ne salak adam, bu söylediği mümkün olabilir mi hiç" diye düşünürken, ben ne zeki adam zamanı ve mekanı ne kadar iyi biliyor diye gülüyorum. Velhasıl herkes değişik sebeplerden de olsa gülüyor Mehmet Demirkol'a, çünkü söylediği şey an basitinden komik. Fakat benim babamla aramda bir fark var, ben Demirkol'u iyi tanıyorum. Yani bu adam asla ve asla salak değil. Tam tersine gayet akıllı ve de zeki, peki neden bu tahminleri yapıyor? Düşünmek lazım...
Her neyse sonuçlar Demirkol'un tahmin(umut) ettiği gibi olmuyor ve Beşiktaş şampiyon oluyor. Geçiliyor yeni sezona. Malum hemen transfer dönemi başlıyor. Demirkol bu defa yaz programı münasebetiyle NTV SPOR'da Fuat Akdağ ile program yapıyor. Transferler birbiri ardına ortaya çıkıyor, Beşiktaş medya tarafından en pasif, gerçekte en gerekli ve olumlu transferleri yaparken yer zaman mükemmelliği konusunda rakip tanımayan Demirkol, Ferrari transferinin yapıldığı dönemlerde ortaya çıkan bol fikir ve yorum ortamının arkasına geçip başlıyor Beşiktaş'a ve Ferrari'ye sallamaya. Fakat söylemiştim çok zeki... Vurduğu yer aslında tam belaltı. Ferrari'nin bugüne kadar sağdan sola, soldan sağa bonservissiz gittiğini nasıl oluyor da Beşiktaş'ın o kadar para ödeyip transfer ettiğini sorgulamaya başlıyor. Devamında ise sürekli olarak bir Ferrari kötülemesi var. Gören görmeyen Demirkol 5 yıldır birebir Ferrari'yi izliyor... Her neyse Ferrari'nin iyiliğini tartışmayacağım ancak sayın Demirkol'u müthiş zeki şekilde bu transferi insanlara lanse edişini bir güzel anlatacağım.

Demirkol'un demesine göre Ferrari'ye bugüne kadar bonservis verilmemiş ancak Beşiktaş'a gelirken çok para ödenmiş, ne özelliği varmış? vs. vs. Mehmet bey, siz bu piyasayı ve transfer kriterlerini muhtemelen benim bildiğimden defalarca iyi biliyorsunuz. Ferrari Roma'ya giderken elbette bonservissiz gider, çünkü o takım Roma. Roma'ya kalkıp bu adamın bonservisi 4 milyon derseniz Roma o adamı almaz, çünkü elinde çok daha iyileri zaten vardır. Takımlar arasındaki kalite farkının doğurduğu bu fiyat uçurumlarını sizin bilmemeniz ne kadar enteresan?


Bugün Schevchenko'ya major kulüplerden biri 15 milyon Euro bonservis öder mi? Ödemez. Fakat Türkiye'den bir kulüp ödeyebilir. Bunun Ferrari transferindeki durumdan ne farkı var? Sizin gibi Avrupa ve Türkiye'deki farklılığı gayet net bilen bir kişinin bu farkı bilememesi ne kadar ilginç? Ferrari transferini her fırsatta üzerine basa basa detaylarıyla örnekleyip ya diğer takımlarda da var tabii diyerek o "diğer" takımları şöööyle bir es geçmenizi sizi izleyenler yer mi? Özer Hurmacı+Mehmet Topuz'un 20 milyon Euro'ya mal edilmesi sizi hiç mi rahatsız etmedi sayın Demirkol, neden bu kadar dile getirmediniz bu paraları? Yoksa jargona uyup, nasılsa sesi çıkmaz tepkisi azdır diyerek Beşiktaş'a sallamak daha mı kolay geldi? Bu konudaki eleştirilerinizi Fenerbahçe'nin daha önceleri minicik bonservislerle transfer edilmiş yeni Brezilyalılar'ı için de yapmanızı temenni ediyorum

Ulema'nın son bombası dün gece denk geldiğim programda patladı ve kendisi yine Ferrari'yi anamadan edemedi ve dedi ki Ferrari'yi Youla'ya sorun!!! Peki sayın Demirkol Servet'i, Lugano'yu da soralım mı Youla'ya? Yoksa Ferrari'yi bir de Del Piero'ya mı sormak gerekli.(bu yılki juve-genoa maçlarını bi izleseydiniz keşke bir zahmet, belki de izlediniz?).


Neyse, Ferrari'yi Youla'ya soracağız size söz veriyorum da sayın Demirkol, sizi kime soralım?

13 Temmuz 2009 Pazartesi

İnadına Rangers!!!



Geçtiğimiz hafta herhangi bir gün, Beyoğlu'nda geziniyorum... En çok sevdiğim iki mağaza Adidas'ın NBA Concept store'u ve Nike mağazası... Uzun zamandan beri uğramamış olmanın hevesiyle dalıyorum Nike'a, street basket tarzındaki tek potalı alanı biraz daha yukarı taşımışlar girip iki top atmışlığım vardır çok güzel ve tarz bulurum. Neyse benim işim üst katta, futbol bölümünde. Merdivenleri çıka çıka ulaşıyorum ve giriyorum içeri.


İlk etapta dikkatimi çeken duvarda asılı United t-shirtleri... Kırmızı ve beyazı var çok hoş... Yanında Barça olanları es geçiyorum ve arkamı dönüyorum. O anda bulunduğum mağazadan, satış amacından, ürün gamından koparak Glasgow'a doğru bir yolculuğa çıkıyorum. Mübarek Celtic Park'ın altındaki Celtic store'un tam içindeyim... duvarda orta boy bir Celtic bayrağı, reyonlar Celtic formalarının yeşil-beyaz klasik olanından, düz beyaz olanına, hatta 3. forması olan sarı renkli olanına kadar mevcut.
Tabii ürün çeşitliliği bununla sınırlı değil. Plaj havlusu, bir kaç renkte antreman eşofmanları, aynı çeşitlilikte yağmurluklar, t shirtler, bardaklar, çoraplar, bileklikler kısacası iç çamaşır hariç aklınıza gelebilecek her türlü Celtic temalı aksesuar mevcut. Dediğim gibi muhtemelen Glasgow'da ufak çaplı bir Celtic Store civarında ürün mevcut mağazada.

Satıcı çocuğa soruyorum "Nedir bu Celtic olayı?", "Çok hayranı var abi talep fazla" diyor. Tamam önceki dönemlerden biliyoruz, Celtic formalarının, koyu yeşil yağmurluklarının ve şapkalarının moda olduğunu. (Hatta bana da hediye gelmişti bir adet şapkası da zahmet edip değiştirememiştim.) Fakat bu olay biraz abartı gibi...



Çıktım mağazadan uzun uzun düşündüm, bu memlekette hali hazırda Kelt hayranlığı olsa muhtemelen çok daha masum versiyonu olan Boston Celtics ürünleri kapışılırdı, en azından ilgi olurdu... Ama yok, onların formaları NBA concept store'da öle sallanıyo başı boş.


Peki neden bu ülke vatandaşı, İskoçya ikametli, İrlanda milliyetçisi bu takımın ürünlerine bu kadar rağbet eder? Çok mu seviyoruz İrlanda'yı ve İrlandalılar'ı? İrlanda'da mevcut bir iç savaş var ve insanlar mı eziliyor? Hadi hepsini geçtim savundukları İrlanda'da değil de İskoçya'da yaşayan ve yaşadıkları topraklara ihanet eden topluluklar çok mu hoşumuza gidiyor? Biz bunun sıkıntısını çekmiyor muyuz? Bir Celtic ürünü neden yakın gelir bir Türk evladına?
Bunu Celtic'in pazarlama dehası olduğunu söyleyip geçenler var ki doğruluk payı cidden yüksek. Yoksa o yağmurluğu giyip, Celtic'in ne olduğunu, nasıl bir amaca hizmet ettiğini uzaktan yakından bilmeyen insalar olmazdı etrafımızda.


Daha önce Barça için yazmıştım şimdi Celtic için kaleme alma gereği duyuyorum. Nedense, bir mücadele uğruna ezilmiş insan portresi çizen her topluluk sempatik geliyor bize... Fakat unutuyoruz ki bizimle hiç alakaları yok. Ulusal mantıkla düşünebilen her ülkenin (ki bu bizde fazlasıyla mevcut), yaşadığı topraklara ihanet etmeye çalışan topluluklara müsamahalı bakmaması gerekir diye düşünüyorum.

Ülke sınırlarında yılmaz Celtic taraftarlarımız mevcut. Sevgili dostum Ali Ece bunlardan biri, kendisiyle Barça konusunda da ters düşüyoruz tamamen aynı mantıktan dolayı. Ona ilk bu gereksiz Celtic hayranlığından dolayı Rangers'ı tutuyorum dediğimde bana Rangers taraftarının Türkler için söylediği bir kaç menfii sözü hatırlatmıştı. Daha sonraları düşündüm de bana Celtic taraftarının iyi gözle baktığı ne malum? Türk dendiğinde Celticliler önlerini mi ilikliyorlar? Avrupa'nın birçok bölgesinde olduğu gibi Britanya'da da Türkler'e iyi gözle bakmadıkları bir gerçek ancak bunu da bütüne yaymamak lazım. Tüm Rangerslılar'ın Türkler hakkında bu derece kötü düşüncelere sahip olduklarını sanmıyorum aksi takdirde Glasgow Rangers alt yapısında top koşturan U-18 Milli Takım oyuncumuz İsa Bağcı çoktan oraları terk edip gelmeliydi ama sanırım mutlu ki oynamaya devam ediyor...


Sonuç olarak demem o ki Celtic takımı oynadığı futboldan dolayı alkışlanıyorsa ne ala, fakat benimle uzaktan yakından alakası olmayan İrlanda milliyetçiliği ve İskoçlar+Birleşik Krallık ile olan sorunları daha da önemlisi Protestanlık-Katoliklik gibi Hristiyan mezheplerinin çekişmesinden dolayı bir Allahın kulu bana Celtic takımını sevdiremez veya ürününü aldıramaz.

Tıpkı Barça örneğinde olduğu gibi ülke sathındaki bu anlamsız hayranlık beni Celtic'den bol miktarda soğuttu. Sipariş ettiğim Rangers kaşkolumun elime ulaşmasıyla birlikte çoğunluğun dışında kalarak anti-Celtic tavırımı ortaya koyuyorum bundan sonra :)