30 Mart 2009 Pazartesi

Kıtlık var kıtlık!


Milli Takım'da bariz bir oyuncu kıtlığı var. Baksanıza Madrid'de İspanya Milli Takımı'na karşı oynuyorsunuz, oyuna günü kurtarması için Gökhan Ünal giriyor. Hani şu Trabzonspor'da formsuz olduğu için tenkit edilen hatta "bu sezon ben de kendimi tanıyamıyorum" özeleştirisini yapabilen, Trabzon forvetinde olup olmaması tartışılan ama Milli Forma'yı giymesinde beis görülmeyen isim. Amacım Gökhan'ı yermek değil, biraz garip bir durumda olduğumuzu anlatabilmek.








Fatih Terim bugün yerli-yabancı futbol kamuoyunun tamamı tarafından başarılı kabul edilen bir isim. Bu payeyi ona kimse durup dururken vermedi, futbolumuza kattıkları ve bizi getirdiği yerler ortada, sonuçta federasyonumuz da özerk bir yönetim olarak tüm yetkinin kendisinde olduğunu açıkladı bu da tamam, ama ben hala Terim'in kendiyle barışık olmadığını düşünüyorum. Yoksa bu hırsın ve kindarlığın sebebini anlamak mümkün değil. Bu takımda neden Gökhan Ünal kurtarıcı forvet olarak oynar da , Fatih Tekke gibi futbolumuzun yetirştirdiği en önemli değerlerden biri oynamaz? Fatih'in neden Milli Takım'da oynamadığı artık Dick Advocaat'ın dahi diline düşmüş durumda, sevimsizliğe bakın!



Tarih Milli Takımlar'da hoca-oyuncu sürtüşmesinden sebeple kadroya alınmama hikayelerini çok yazdı. Fakat bölesi biraz farklı gibi. Fatih UEFA Kupası kaldırıyor, fakat bir kaç gün sonra Milli Takım kadrosunda olmadığı görülüyor. İşin kötüsü, bizim Fatih'den daha kaliteli olmayan oyuncularımız kadroda! Bu konuda Fatih'in hemen hemen hiç şikayetini duymadık ama işin kötüsü şikayeti olması gerekenlerin de şikayetini duymadık. Yoksa biraz çekince mi var? Sadece Avrupa şampiyonası esansında biraz Sergen'in serzenişini hatırlıyorum o kadar... Peki bu durum Fatih ile bitiyor mu? Hayır! Koskoca Bundesliga'da şampiyonluğa oynayan Schalke'nin forvetinde kendine yer bulan Halil Altıntop, Gökhan Ünal'ı geçip formayı kapamıyor! Biraz takıntılarımızdan sıyrılmamız gerekli bence, bu takım birilerinin değil bütün ülkenin takımı, "Milli" derken biraz daha düşünmeliyiz. Bu takımın başındaki Milli Takım'ın memurudur patronu değil! Biz durup durup üzülelim Milli Takım'da alternatifimiz yok diye, aslında sorun alternatifsizlik değil kıtlık var! "İnsan" yetiştiremiyoruz...

28 Mart 2009 Cumartesi

Akıllı ol Pele

Bir kaç gün önce Robinho ve Ronaldo'nun uyuşturucu kullanma sebebini Maradona'nın gençlere kötü örnek olduğuyla bağdaştırması sonrasında. El Diego "Pele bekaretini 14 yaşındayken yaşlı bir adama vermiştir" diyerek gereken cevabı iletmişti. Ha bu cevap fair play dahilinde midir? Asla hayır ama zaten Maradona'da fair play'i çok sevmezdi... Neyse geçelim, konumuz buna yakın ama biraz farklı.


Bir Brezilya gazetesinin haberine göre Milli Takım münasebetiyle Brezilya'da bulunan Robinho ve Adriano, geçtiğimiz akşam 12 saat boyunca kadınlı kızlı bir ev partisi düzenlemişler. Parti Adriano'nun evinde olmuş, görgü tanıklarına göre bir kaç Brezilya'lı yıldız daha partiye katılmış fakat isimleri ortaya çıkmamış. Bu tip partiler aslında Avrupa'da oynayan Brezilya'lı oyuncular için bir gelenek gibi, fakat bu biraz farklı. Partide uyuşturucu kullanılıp kullanılmadığı muamma ama enteresan kısmı şu; Gecenin onur konuğu Brezilya'lı transseksüel top model ve ismi uzunca süre Maradona ile anılan Patricia Arajuco! Tesadüfün böylesi demek geliyor insanın içinden. Daha beş gün önce uyuşturucu, şimdi de kadın kız ortamları vah! Şimdi Pele'den bu konu için de bir açıklama bekliyoruz, zira yine Maradona yüzünden Brezilyalı gencecik yetenekler batağa saplandı! Brezilya'lı gençlerin örnek alabileceği başka adam yok çünkü etraflarında. Maradona ile yatıp Maradona ile kalkıyorlar. İşin şaka kısmı bir tarafa Pele'nin biraz da Maradona'nın oynadığı futbolu örnek alan Brezilya'lı gençlerden söz etmesini bekliyoruz. Yoksa Diego'dan "akıllı ol" minvalli açıklamalar gelmeye devam edecektir...




Endülüs'de raks...

Yine çok tarzım olmadığını söyleyerek başlayacağım ya okuyanlar "tarzın ne?" diye soracaklar. Bu blog olayı biraz objektfileştirdi beni heralde, tarz konusunu kaldırdım ortalardan.
Dersimiz İspanya, mekan Endülüs'ün kalbi Madrid. Yaklaşık bir haftadır seçim tartışmalarından fırsat bulup motive olmaya çalıştığımız maç hani. Öncelikle milli maçın ardından bir de seçim olması bu ligsiz hafta sonunu biraz olsun renklendirmiş oldu söylemeden geçemeyeceğim... Neyse dönelim konumuza;Bu hafta dikkatimi çekti ki milletçe İspanya hayranı olmuşsuz da haberimiz yokmuş. Biz ne küçük, ne zayıf takımmışız öyle, Torresler'i, Villalar'ı, Xaviler'i nasıl tutacakmışız da, taş gibi İspanya defansını nasıl aşacakmışız da... Böyle giden tonla senaryo. Doğru İspanya güçlü bir takım, doğru, alternatifli kadroları var, doğru Barnebau gibi baskılı olmasa da ürkütücü bir atmosfer var. Devamın da "amaaa bizim de cesur kalbimiz var" popülistliği yapmayacağım fakat tahmin edildiği kadar silik bir Türkiye'de beklemiyorum sahada bunu kesin söylemeliyim. Dün Ntv Barnebau'dan canlı yayın yapıyordu. Hakan Ünsal, Rıdvan ve Sergen'le beraber... 3 büyük kulübümüze malolmuş üç büyük isim. Öyle teknik analizler geldi ki bu üçlüden bazen durup düşündüm gerçekten yorumculuk yapmasalar mıydı acaba diye... Özellikle Hakan Ünsal'ın futbolcularımızın buranın Barnebau olduğunu unutmamaları ve bu statta İspanya Milli Takımı ile bir daha karşılaşma şansları olmayacağını bilmeleri gerekir demesi... Ben böyle bir motivasyon şekli görmedim açıkçası. Yani topçularımız tursitik geziye gelmiş gibi "ya bu buraya bi daha geliriz gelmeyiz belli olmaz, tadını çıkarayım" formatında mı oynasınlar? Biz bunları 13 sene önce aştık zannediyordum, maalesef hala aynı zihniyette olan insanlar varmış aramızda. San Marino'muyuz biz Barnebau'da oynamak bile bizim için şereftir muhabbeti yapalım? Ya da Liechtenstein ile şehir stadında oynadığımız bi maça oyuncularımız ehemmiyet vermesinler mi? Çok üzerinde durdum ama çok da canım sıkıldı açıkçası...
Gelelim maçın teknik, taktik kısmına. Gözümün gördüğünü, dilim döndüğünce anlatmak isterim bu konuda. Kadrolar netleştiğinde anladık ki İbrahim Üzülmez bu takıma Hakan Balta'nın alternatifi değil, bildiğimiz sol bek olarak gelmiş. Milli Takımın'da dahi İbrahim Üzülmez ile oynama zorunluluğunu yaratan topçu kıtlığımız konusunu başka bir yazıya atarak devam ediyorum. Geri dörtlünün şokunu üzerimden henüz atmışken, çift forvet şokuyla sarsıldım, şoktan kastım, böyle olmamalıydı değil, cidden şaşırmış olmaktan ileri geliyor. Yoksa bal gibi olur. Semih indirir Nihat vurur, Arda-Tuncay besler vs. vs. ama biraz ofansif bir takım olduğumuz kesin. Ben bu konuda "şimdi Del Bosque düşünsün" derim, zira en az benim kadar şok olmuştur eminim. Startejisini değiştirir mi? Sanmam ama tedirgin olduğu kesin. İspanya defansı, teknik kapasitesi yüksek dört ofans oyunucumuz karşısında kaptanları Pujol olmayınca organize olmakta zorlanabilir bence... Sonuç olarak Fatih Terim bu kadro tercihi ile İspanya'dan çekinmediğimizi belirtmiş oldu. Muhtemelen, İstanbul'da da benzer kadro sahada olacaktır... İspanya'ya yenilebiliriz, belki farklı da yenilebiliriz ama Madrid'den 3 puanla da dönmemiz bugün İspanya hayranlığı yapanları şaşırtmasın...

26 Mart 2009 Perşembe

Kritik virajda Berbatovsuz'luk

2010 Dünya Kupası grup elemelerinin belirleyici sonuçlarını konuşmak henüz erken fakat bir 8. grup var ki bu hafta oynanacak maçlar neticesinde, ilk iki sıra bu kadar erken de olsa netleşebilir. Bulgaristan biraz da fikstürünün azizliğine uğrayarak oynadığı 3 maç sonunda 3 puanla İtalya ve İrlanda Cumhuriyeti'nin arkasında bulunuyor. üzerindeki iki takımın puanı da tabloda görüldüğü gibi "10". Bulgaristan grupta yeniden iddialı konuma gelmek için Cumartesi günü Dublin'den en az 1 puan çıkartmak zorunda, aksi taktirde aradaki 10 puanlık farkı kapatmak neredeyse imkansız. Tam da bu kritik sınav arifesinde takımın herşeyi Dimitar Berbatov Fulham'la oynanan maçta sakatlandı. Tedavisine hemen başlansa da net bir sonuç alınamadı, hatta bu konuda United ve Bulgar Milli Takımı'nın doktorları ciddi tartışmalara girmişler, fakat sonuç olarak Bulgaristan Cumartesi akşamı Berbatovsuz sahaya çıkacak. Milli Takım teknik direktörü Stoilov Berbatov olmadan da Dublin'den 3 puanla döneceklerini söylerek bir anlamda Dimitar'ın zayıf Milli Takım perfromansını eleştirdi. Tabii ki Stoilov takımının motivasyonu için bu tip açıklamalar yapmak zorunda ama Berbatov'un kadroda olmaması İrlandalılar'ı baya bi rahatlatmıştır sanırım. Kurt hoca Trapattoni ve Keane, Finnan ve O Shea gibi yıldızları, en önemlisi de artan formuyla İrlanda bu maçın favorisi. Bulgaristan için en iyisi alınacak bir puan olacaktır sanırım. Galip gelmeleri doğal olarak istedikleri bir sonuç ama beraberliğie de hayır diyeceklerini sanmıyorum, zaten mağlubiyet halinde, aynı grupta Karadağ'a konuk olan İtalya'nın da 3 puanla evine döndüğünü varsayarsak gruplarda ilk ve en erken belirlenen iki takım İrlanda Cumhuriyeti&İtalya şeklinde olacaktır...

Super Mario başka bahara

Mourinho'nun yeni gözdesi, uğruna basını karşısına aldığı kibirli maskotu, Mario Balotelli milli takım hayallerini bir başka bahara ertelemek zorunda kaldı. Aslen Gana'lı olan fakat İtalya'da doğup, hayatı boyuncada Gana'yı hiç görmeyen, Brescia'lı üvey ailesi tarafından 2 yaşından beri büyütülen Balotelli İtalya kanunlarına göre 18 yaşını doldurmadan İtalyan pasaportuna sahip olamamasından sebep, milli formaya da uzaktan bakıyordu. 7 ay önce vatandaşlığını elde etti ve forma beklemeye başladı. Bu arayı fırsat bilen Gana milli takımının teklifini de kendinden emin şekilde red etti. Ancak herkes Mourinho değil, Lippi bu defa da çağırmadı kendisini kadroya. Interliler'e göre gençliğinden, basına göre kişiliğinden sebeple... Bekleyip göreceğiz önümüzdeki aylarda...

24 Mart 2009 Salı




Abdullah hazırlan, oyuna giriyorsun!

Adı: Abdullah
Soyadı: Durak
Yaş: 21
Mevkii: Orta saha
Kulüp: Kayserispor

Yaşı 21 olunca gençliği kalmamış havası veriyor ama değil. Hala genç aslında, Türk futbolunun "şanslı" sokaktan gelme oyuncularından olduğundan bu vakiti bulmuş ortaya çıkması. Kayserispor A takımında ilk sezonu. Memleketi Niğde'nin Belediyespor'unda herhangi bir oyuncuyken, Kayserispor'la yaptıkları bir hazırlık maçında altyapı antrenörü tarafından keşfedildi ve Kayseri altyapısına geçti. 2 sezon sonra da profesyonel sözleşme imzaladı. Hemen ardından "pişmesi" münasebetiyle Kastamonuspor'a kiralandı ve bu sezon başında nihayet Kayserispor formasını geçirdi sırtına. Tolunay hocanın gözdelerinden bir artık o. Orta sahanın ortasında klasik tabirle oyunu çift yönlü oynayabilen bir oyuncu Abdullah. Genel olarak maçlarda yedek soyunsa da son dönemlerde ilk 11'de şans bulmaya başladı. Hatta Ragıp ve Saidou'nun bulunduğu bazı maçlarda bile yer açıyor ona Tolunay Kafkas. Ümit milli takımın'da vazgeçilmezleri arasında artık. Ermenistan maçında tek golümüzün sahibi kendisi. 1.81'lik boyuyla belki mübalağa gibi görünüyor ama Gerard'ı andırıyor. Yakın zamanda A milli takımın ve büyük kulüplerin gözdesi haline geleceğine inanıyorum. Bu çocuğu takip edin Abdullah oyuna giriyor!











Busacca Şansımızdır


Bilindiği gibi İspanya maçının hakemi Alman Herbert Fandel geçirdiği rahatsızlık sonucu görev alamayınca UEFA maça İsviçre'li Massimo Busacca'yı atamıştı. Euro 2008'de Almanya ile oynadığımız yarı finalimizi yöneten ve kamuoyumuz tarafından beğenilmeyen Busacca'nın, malum İsviçre sevgimiz! de suyu yüzüne çıkınca bu maçta görev alması ilk başta rahatsızlık yarattı. Fakat bence bu değişiklik biraz lehmize oldu gibi. Şöyleki; İki takım kadrosuna baktığımızda İspanya'nın çok büyük oranda Villa-Torres ikilisiyle oynayacağını görüyoruz. Karşılarında ise Emre Aşık- Sedat-İbrahim Kaş-Eren dörtlüsünden ikisi oynayacak. Bunlardan Emre Aşık'ı tecrübesi ve Terim'in gözdelerinden olması sebebiyle banko tutuyorum, diğer oyuncu da büyük ihtimalle Sedat olur diye tahmin ediyorum. Şimdi kabaca düşünelim, Emre-Sedat, Torres-Villa'ya karşı! Bana pek de adil gelmedi açıkçası. Özellikle maç içinde oluşması muhtemel Emre-Torres eşleşmeleri bizim açımızdan sorun yaratabilir. Torres'in hızı, çevikliği ve aralara girmeleri meşhur, Emre'nin de bu tip forvetleri tekme tokat indirmeleri. Dolayısıyla Barnebau'da 10 kişi kalmamız çok anormal gelmiyor bana bu maçta. İşte şimdi başa dönüyorum ve Busacca'nın neden şansımız olduğunu anlatmaya başlıyorum. Busacca'ya her ne kadar burun kıvırsak da istatistikler onun Fandel'e göre çok daha zor kart gösterdiğinin, özellikle de kırmızı kart konusunda çok cimri olduğunun ıspatı. Busacca 2001 yılından beri çıktığı uluslararası maçlarda toplamda sadece 7 kere kırmızı kartını kullanmış ve maç başına 0.09 gibi zemine yakın bir ortalama tutturmuş. Bu oran Fandel'de 0.29 idi. Fandel kişilik olarak da Busacca'ya nazaran çok sert, Busacca'nın ise oyuncularla iyi diyalogları var. Bu açıdan incelediğimizde Busacca oyuna müdahele etmeyi fazla sevmiyor, yani sertliğe müsaadesi belli ölçülerde mevcut. Eğer bizde savunmamızı tatlı-sert olarak literatürümüze giren, oyun kuralları dahilindeki sertlik şeklinde yaparsak İspanya hücumunu biraz olsun kırabiliriz sanki... O yüzden Busacca'yı sevelim sayalım derim, en azından bu maçta çok ihtiyacımız olacak kendisine.

23 Mart 2009 Pazartesi

Mehmet&Deniz A.Ş

Bayern Münih ikinci takımı(bizdeki adıyla paf da denilebilir)bugünlerde iki Türk oyuncusunun sırtında yükseliyor. 19 yaşındaki Mehmet Ekici ve 21 yaşındaki Deniz Yılmaz takımın attığı 30 golün 12'sine imza koymuş durumdalar. Klinsmann'ın ikisine de çok güvendiğini demeçlerinden sonra mevcut Şampiyonlar Ligi listesine isimlerini eklemesinden hatta Deniz'i Sporting Lisbon maçında kadroya almasından anlayabiliriz. Deniz ve Mehmet'in takımdaki hocalarından biri de onlara çok güvendiğini her fırsatta belirten ve Deniz'in Lisbon maçı için kadroya alınmasında pay sahibi olan Almanlar'ın efsane forveti Gerd Muller. Bombacı, ileri uçta oynayan Deniz ile özel ilgilendiğini söylüyor... Klinsmann'ın altyapıya verdiği önem gözönüne alındığında iki oyuncuyu da yakında A takımda görmemiz çok olası. Bu fırsatı iyi kullanacaklarını düşünüyorum, sonrası ise malum, Milli takım tercihleri için yapılacak tartışmalardan ibaret. Umarım o tartışmalara konu olacak seviyede futbol oyanamaya devam ederler...

Başkana kulak verin!

Sadri Şener'in göreve ilk geldiği günlerde söyledikleri aklımdan bir türlü çıkmıyor. "Hedefimiz şampiyonluk değil, Avrupa kupalarıdır, ha şampiyonluk kupasını da verirlerse geri çevirecek halimiz yok" diyordu. Yıllardır düşündüğüm Trabzonspor nasıl şampiyon olur projesinin ağızdan çıkan, kağıda dökülen son derece mantıklı ve akıl dolu cümleleri işte. Trabzonspor'un yıllardır hasretini yana yana çektiği şampiyonluk için en güzel kol sıvama şekli bu. Zaten Sadri Şener bu cümlenin detayına indiğinde de "bırakın şampiyonluğu, doğru düzgün Avrupa yüzü görmüyor bu şehir diyor..." Yıllar yılı bu istek, bu motivasyon değil mi Trabzon'u, Trabzonlu'yu yıkan? Her sezona popülist başkanların şampiyonluk balını taraftarın ağzına çalmasıyla gözü kara şekilde girilen, daha doğrusu girilmeye çalışılan yarışın henüz başlarında patlayan lastik, gümüş kupaya uzaktan bakış, gerilen sinirler, kovulan-dövülen hocalar hep alışageldiğimiz resimler. İşte tüm bunları çok iyi etüd edip de konuştu Sadri Şener, ama başkanın işi çok zor... Maalesef havasından mıdır, suyundan mıdır bilmiyorum ama çabuk umutlanıp, sabrını deliyor bu şehir. Çok yakın bir Trabzonsporlu arkadaşım geçen hafta kalktı Galatasaray maçı için Avni Aker'e gitti; şehir çok gergin diyor inanamazssın... Çok kolay inandım ama bir o kadar da şaşırdım, o kadar çabaya rağmen hala bu gerginlik neden? Desteklensin bu takım artık, desteklenirse kısa zamanda başarı gelecektir, zira kadro hali hazırda son 10 yılın en iyi Trabzon kadrosu denilebilir. Bırakın bu sezon Şampiyonlar Ligi, bilemedin UEFA kupası hakkıyla kapatılsın, önümüzdeki yıl çok değil 3 transferle taş gibi olur bu takım. Ama yok şampiyon olamadık, dağılsın denirse bir üflemeyle dağılacak kadar da iskambil kartı kıvamında duruyor. Hoş Sadri Şener'in 1 hafta kadar önceki bir telefon bağlantısında girişte belirttiğim cümlenin aynısını tekrar zikrettiğini duydum da biraz olsun rahatladım. Bana öyle geliyor ki Sadri Şener Trabzon'a sabır etmeyi öğretip(ki 96 depreminden sıyrılmanın yegane yolu budur)eninde sonunda o kupayı yedinci defa Trabzon'a hediye edecektir...

22 Mart 2009 Pazar

Küme düşme mücadelesi yok mu bu ligde?


Hani şampiyonluk için oynayan bazı kulüplerin sezon içinde oynadıkları önem derecesi bakımından zirve yapacak maçları vardır. Sivasspor dün gece sezonun zirve performans maçını oynadı. Peformans olarak zirve olmasalarda motivasyon olarak üst seviyede bir maç oynadılar.Sonuç çok da anormal olmayarak berabere bitti. Maçtan sonrra iki teknik direktörü izlediğimizde Bülent Uygun'un sonuçtan memnun olduğunu gördüm. Bunda liderliği kaybetmemiş olmanın psikolojik rahatlığı etkili olabilir ama Sivasspor bu motivasyon olayına sanki biraz erken girdi gibi. Zira fikstürünün kolay olduğunu düşünenler nedense ligdeki küme düşme mücadelesine uzaktan bakıyorlar heralde. O sebeple lig Sivasspor'un istediği gibi gitmeyebilir ve hiç beklemediği puan kayıplarına nail olabilir. Bunda biraz tecrübesizliği de etkili olacaktır. Düşük motivasyonlarda puan kaybetme olasuılığı daha yüksek. Bugün Galatsaray'ın Eskişehir karşısında puan kaybetmesi durumunda şampiyonluk yarışı, Sivas ve Beşiktaş arasında devam edecektir. Kalan 9 hafta ki bu dokuz hafta bir ömür gibidir. Tecrübenin etkili olacağına inanıyorum, artık ne anlam çıkarsa...

21 Mart 2009 Cumartesi

St.Fenerbahçe

Beni tanıyanlar şaşıracaktır, huyum değildir zira ama yine de çok içimden geldi bir Fenerbahçe yazısı yazmak, kim bilir belki bundan sonra huy edinirim...

Dün akşam Fener lige havlu attı kanımca, yeni hedef Şampiyonlar Ligi olmalıdır(kupa finali oynayacakları için UEFA'yı garanti görüyorum). Maçtan sonra medya başta olmak üzere, hedef tahtasının ortasına Aragones resmi yapıştırıp ok atmaya başladılar... Zaten malumunuz memeleket olarak severiz hocayı kötülemeyi, dışardan gelmiştir ya "camia" dan değildir, koca takımı, takımla birlikte umudumuzu da ona emanet etmişlerdir, iki dakkada hain ilan edilir... Yok, bence öyle kolay değil bu işler, burdan üzerine basarak söylüyorum sayın Aragones; "suç sende değil seni oraya koyanda" yani bu kulübün yönetiminde. Aragones savunuculuğu yapacak değilim, zira hatalı olduğu noktaların var olduğuna inananlardanım ama bir yere kadar... Hiç unutmuyorum Hürriyet gazetesi spor eki çıkaracaktı, ilk röportajı sansasyon yaratsın diye Ertuğrul Özkök Aziz Yıldırım ile yapmıştı. Ordaki bir cümlesi hiç aklımdan çıkmadı sayın başkanın; "futbolu iyi biliyorum" diyordu. Bence sadece psikologların açıklayabileceği bir ruh haliyle söylenmiş bir cümle. O gün çok takılmıştım, bugün neden takıldığımı idrak ettim. Sayın futbolu iyi bilen başkan bu takımın sezon öncesinde Süper bir forvete gerçekten ihtiyacı olmadığını bilemedi mi? işim Guiza ile değil, gelen isim Adriano'da olabilirdi. Derdim futbolu iyi bilen başkanın süper forvet arayışında olması. Bu takımın yuva evladı Semih'in bu sistemde yok olacağını ben Guiza imza atarken gördüm de başkan göremedi mi? Aragones Guiza'yı getirmiş... Getirir, sen adama süper forvet lazım dersen getirir. Sende etiketine bakmadan kasaya gidersin sonucuna da katlanırsın... Alex-Süper forvet-Semih triosunun bu kadroda oynayamayacağı gayet net, yoksa orta saha denen çok önemli bölgeden haberi yok mu yönetimin? Aslında var, var da işine gelmiyor. Kimse Aragones'den 15 milyon Euro'ya getirdiği Guiza'yı kesmesini beklemiyordu zaten. Birisi yenecekti, olan Semih'e oldu, bu sezonda az süre aldı, Solksjaerli'ğe soyundu. Takımın asıl ihtiyacı olan candamarı bölgeye yani orta sahaya destek istedi hoca, kim olur dediler Xabi Alonso dedi; "16 milyon çok para", olmadı. Senna dedi, Villareal satmıyor dendi sonra yüksek rakamlar konuşulunca "yaşlı"oldu alınmadı. "Hoca paramıza göre ne var sen bilirsin dediler" o da Josico'yu getirdi. Hem yaşlı, hem ucuz, hem sakat hem... Olsun transfer boş geçilmedi ya... Ha bir de Emre var unutmayalım pardon! Başkana göre işlem tamamdı, Emre-Josico-Maldonado-Selçuk-Deniz oh oh bol alternatifli bir orta saha. Futbolu "bilen" birisi, bu yukarda saydığımız beşlinin çok değil bir kaç sezon önce Appiah-Aurelio gibi bu ülke sınırlarının gördüğü en iyi orta saha ikilisinin performansına hepsi aynı anda oynarsa ancak yetişebileceğini bilemedi mi? 15 milyonluk forvet yerine, 1.5 2 milyonluk orta boy bir santrfor ve orta sahaya yapılacak "süper" başlıklı yükleme daha faydalı olacaktı sanki neyse...

Bir baktım da uzun uzun Fenerbahçe tekniğine girmişim, dedim ya huyum değildir ama bir futbolsever olarak da habire gözüme batıyor. Bir parantez de Fenerbahçe taraftarına açmak istiyorum, evet herkes takımını çok seviyor , sürekli ve daimi bir başarı bekliyor ama pembe gözlükleri gözümüzden biraz erken çıkaralım, yoksa bir yumrukla camını çerçevesini indiriyorlar canımız yanıyor. Bu takımın eldeki kadroyla başarılı olamayacağını sezonun ilk düdüğünden beri biliyorduk, ama siz bilmiyordunuz gözlerimle gördüm...

20 Mart 2009 Cuma

Ezilen Kim?

“mes que un clup”. Ne demek? Katalan dilinde “bir kulüpten öte”. Ne için söylenmiş? Katalunya’nın en önemli gücü F.C Barcelona için, amblemlerine koyulacak kadar da ciddi bir şekilde hemde... Hani yüz on bin adetiyle Dünya üzerinde en çok resmi üyesi bulunan, bunun dışında milyonlarca hayranıyla belki de gezegenin en “karizmatik” kulüplerinin başında gelen F.C Barcelona için...
Peki Barcelona neden bir kulüpten daha öte? Barcelona’nın kulüpten öte olması neden insanları cezbeder? Ya da etmeli midir? Tüm bunların yanıtını almak ciddi sosyolojik analizler gerektirir bu kesin. Kesin olmayan tarafı F.C Barcelona ile Barcelona arasındaki farkın insanlar tarafından ne kadar bilindiğidir. Son yıllarda özellikle ülkemizde de hasıl olmuş durumda olan F.C Barcelona hayranlığının bakış açısı değerlendirildiğinde çok büyük farklılıklarla karşılaşıyoruz. Bir Katalan ile bir Türk’ün ya da bir Meksikalı’nın aynı pencereden bakması imkansızdır. Zaten Katalan gözlüğünü takmaya ve olaylara onlar gibi bakmaya kalkarsak muhtemelen millet olarak F.C Barcelona düşmanı olmamız olasıdır.
Bizim için F.C Barcelona tarihten beri Dünya üzerinde en iyi futbolu oynayan, en büyük yıldızlara ev sahipliği yapan, kısacası büyük kulüp olma özelliği olan ve bunu İspanya’nın kalbine yani Madrid ve kralın takımına karşı bir mücadele içinde gerçekleştiren savaşçılardır. Ezilendirler, sömürülendirler, Katalan halkının yılmaz savaşçılardırlar vs. vs. gibi bir çok çekici ama suni sıfatı barındırırlar. İşte tüm bu ana tablo Barça hayranlığının sebebi niteliğindedir. Bizim açımızdan bakınca tabii...
Olaya bir İspanyol ya da Katalan vatandaşının gözüyle bakmak yerine detaylarıyla incelemek daha mantıklıdır. Bunun için de öncelikle bu hep duyduğumuz Katalunya neresidir? Katalan ne demektir? Amaçları nedir onları iredelemek sağlıklı sonuçlar verebilir.
Katalunya İspanya’nın kuzey doğusunda Fransa’nın az bir kısmını da içine alan bölgeye deniyor. Başkenti Barcelona. Aslında tüm kalbi de orası. İspanya üniter bir devlet yapısını benimsemiş olsa da on yedi adet özerk yerel yönetimi var. Bu yönetimlerin içinde sadece Katalunya biraz daha “ekstra” tabir edebileceğimiz haklara sahip. Ayrıca sadece Katalunya özerk bir yönetim gibi değil, bir devlet gibi hareket ediyor. Kendi bayrağını, kendi dilini, kendi marşını kullanıyor hatta bunun dışındakilerin kullanılmasına izin vermeyecek kadar da muhafazakar davranıyor. Eksik olan ve şu anda şiddetle talep ettikleri ise vergilerden daha fazla pay alabilmek. Yani bir devletin genel geliri olan vergi gelirine sahip olabilmek. Bunun bir adım ötesi düzenli ordu ve sonrası da Katalunya ulus devleti. Silahlı bir orduları yok ama savaşçı güçleri var. O da tahmin edileceği üzere yeşil sahaları savaş meydanından farksız gören F.C Barcelona’nın ta kendisi. Evet Katalanlar Barça’ya bizim sempati duyduğumuz şekilde yaklaşmıyorlar onlar için F.C Barcelona Katalunya’nın simgesi, Dünya’ya Katalan ismini duyurabilmesi için bir araç, bir basamak, belki de dayanaktır. Katalanların amacı F.C Barcelona’nın spor için sportif başarı kazanması değil, siyasi arenada yapamadıklarını hepimizin gözü önünde cereyan eden yeşil saha mücadelelerini kullanarak yapabilmesidir. F.C Barcelona bir reklamdır, bir simgedir hatta siyasi bir simgedir. Futbolun sadece futbol olmadığının bol miktarda zikredildiği bir dönemde F.C Barcelona bunun en güzel, belki de en acı örneğidir. Güzeldir çünkü gerçekten de sadece futbol değildir. Acıdır çünkü bizim gibi futbolu futbol için seven bir çok memleket güzel futbol, büyük yıldızlar masalıyla kandırlmaktadır. Biz ki spor tarihimizin hiç bir döneminde siyasi sebeplerle takım tutmamış bir millet olarak F.C Barcelona’yı siyasi sebeplerinden dolayı değil olsa olsa, Maradona’dan, Romario’dan, Ronaldinho’dan dolayı sevmişizdir.
İlla da ezilen ve sömürülen Katalunya’nın kalesi Barça! gözüyle olayı görmek isteyenler Katalanlar’ın tarihine kısaca göz atmalılardır. Tarihçi Halil İnalcık’ın bilgilendirmesine başvurduğmuzda ilk İspanya-Türk ilişkilerindeki gerilmenin sebebinin Katalanlar’ın Balkanlardaki yurt arayışı olduğunu görürüz . Henüz Roma imparatorluğu döneminde bölgeye gelen göçebe Katalanlar Roma saflarında yer alarak Karesi beyliğine karşı savaşmış daha sonra Romalılar’dan istedikleri çıkarları sağlayamayınca Türk tarafına geçmiş. Osmanlı beyliğinin egemenliğinden sonra da Çanakkale, Ege ve Atina’da konuşlanarak buraları yurt edinmeye çalışmışlardır. Osmanlı beyliği hükümdarı Orhan bey’in “kaypak” kavim olarak değerlendirdiği Katalanlar eğer Kuzey Ege’den kovulmasalardı belki bugün Anadolu toparaklarında bağımsızlık mücadelesi veriyor olacaklardı... İşte burada merak edilen soru şudur; F.C Barcelona ülkemiz sınırları içindeki bir Katalan oluşumunun takımı olsaydı bazılarının gözünde yine bu kadar karizmatik olabilecek miydi? Ezilen, sömürülen Katlunya’nın takımı denilebilecek miydi? Aslında varsayım üzerine konuşmak anlamsız. Ortadoğu’nun belli bölgesinde kurulacak belli bir takımın aynı şartlarda nasıl karşılanacağı aşikardır. Düşüncesi bile verilecek tepkileri hissetirebilir...
Bu bağlamda Katalanlar’ın yıllarca dillerine doladıkları “General Franco diktatörlüğünün baskısı” yine ezilmiş gözükebilmek uğruna yapılan çığırtkanlıktan öteye gidemez. Dikatatörlüğü asla ve asla tasvip etmesek de bir devlet hükümdarının ülkesi toprakları dahilinde doğmaya çalışan yeni bir devlete karşı çıkması kimse tarafında eleştirilemez. Hele ki nice dikatatörün kanlı savaşlara sebep olduğu Avrupa’da, Franco’nun hiç bir şekilde kan akıtmadan uygulamaya çalıştığı dil yasağı çok da anormal değildir. Faşist diktataörlükten bahseden Katalanlar’ın birgün bağımsız bir ülke olduklarında nasıl milliyetçi, hatta değme milletlerden faşist olacaklarını anlamak için Katalanca değil de İspanyolca sipariş verildiği için yemek verilmeyen restoranların bulunduğu bir toplum olduklarını anlatmak yeterlidir(turistler için geçerli değildir bu uygulama, çünkü turizm İspanyol hükümetine karşı en büyük kozudur Katalanlar’ın, kaybetmeyi göze alamaycakları tek şeydir). Zira dikatatörlük yıkılır yıkılmaz 1978 yılında yeniden şekillenen İspanya anayasası Katalunya’ya özerk yönetim hakkı vererek zaten İspanyol demokrasinin yeterince adil olduğunu ıspatlamıştır. Ancak el-kol kaptırma mantığını burada su yüzüne çıkaran Katalanlar bu tarihten itibaren sistemli bir şekilde ezilmiş millet politikası güderek yeni haklar elde etmişler ve işi en sonunda kendi kazandıkları vergilere dokunulmamasına kadar getirmişlerdir ki İspanya parlamentosu bunu dahi belli sınırlar içinde gerçekleştirmek için oylamaya gidecektir...
Katalanlar tüm bunları yaparken dayanak olarak ülkede ki bir başka ayrılıkçı etnik grup olan Basklar’ı örnek gösteriyor. Basklar’ın İspanya’yı kana bulayan terör örgütü ETA’nın icraatlarının arkasına sığınarak, ellerine silah almadıkları ve demokratik yollardan haklarını aradıklarını söyleyebilecek kadar da cüretkar olabiliyorlar. Bunu söyleyenin F.C Barcelona’nın unutulmaz kaptanlarından ve yeni teknik direktörü Guardiola olduğunu söylemek kimseyi şaşırtmaz sanırım. Açıklaması aynen şu: “Biz Katalan halkı için mücadelemizi bazıları gibi şehirleri terörize ederek değil, futbol sahalarında savaşarak gösteriyoruz” Yani “futbol” F.C Barcelona’nın savaşı!

Zaten F.C Barcelona 1899 yılında kurulurken de amaç hiç şüphesiz futbolun yanında bir ulusun temsilcisi olmaktı. Bugün F.C Barcelona başkanı resmi olmasa da Katalunya Cumhurbaşkanı saylıyorsa. Hatta bu başkan “Katalunya’nın ilk resmi Cumhurbaşkanı olmak hayatımın amacıdır” diyorsa, F.C Barcelona’nın her maçında, Katalan bayrakları sallanıp, Katalan milli marşı çalınıyorsa, Katalan olmayan insanlar takım kaptanı yapılmıyorsa, “Barcelona is not Spain”(Barcelona İspanya değildir) pankartı her maçta tribünlerde yerini alıyorsa. (ki bu pankartın neden çok sevdikleri ve yıllarca uğruna mücadele ettikleri dilleri Katalanca olarak değil de İngilizce olduğu bir çok şeyi açıklar). Bu iş gerçekten de futbolla alakalı değildir. Söylenen de çok doğrudur; Evet F.C Barcelona bir kulüpten öte! Biz pembe futbol gözlüklerimizle Maradonalar’ın, Cruyfflar’ın, Ronaldinholar’ın ve Camp Nou semalarında oynanan muhteşem futbolun keyfini çıkaralım gerisi gerçekten de bize göre değil...