7 Kasım 2019 Perşembe

Hayat bir film değildir...


Zaten karanlıkken daha da kararmak üzere olan bir Şubat akşamüstüsü Caddebostan’da... Babamla yaptığımız sınırlı sosyal işlerden birini yapacağız, annemi ve kardeşimi eve bırakıp Feneryolu'da hala duran benzincinin arka tarafındaki yıkamacıda araba yıkatacağız. 

Yeni haftaya saatler kaldığı için epeyce kalabalık yıkamacı. Arabayı bırakıp iniyoruz, herkes gibi yıkanan arabaların seyredildiği kapalı bölmeye gidiyoruz ama içerde yer yok. Tekrar dışarı çıkıyoruz, babamın uzun lacivert çok güzel bir kabanı var. Ellerini cebine sokup Tekel 2000’i çıkartıyor ve yakıyor, soğuk havanın dumanı sigara dumanına karışıyor ve bana dönüp görüyormusun diyor.. 

Neyi? der gibi babama bakıyorum, gözleriyle yan tarafı işaret ediyor. Sadece babam ve benim dışarıda durduğumuzu düşündüğüm yerde kendini gizler gibi içerlekte elinde sigarayla duran O’nu görüyorum, soğuktan kıpkırmızı olmuş burnu, elinde sigarası kahverengi deri ceketi, ve en önemlisi dev boyu.. İnanamıyorum gözlerime, babamı uzun boylu cüsseli bilirim ben, babam minik duruyor yanında.

Kocaman bir adam, o yaşta neredeyse tüm filmlerini hatim etmiş biri olarak bunu farkedememiş olmak çok şaşırtıyor beni. O, kenarda bir eli deri ceketinin cebinde kırmızı burnu, çatık kaşları ve etrafa hiç bakmayışıyla şenşakrak İnek Şaban’ı değil dram sanatının örnekleri öğretmen Hüsnü’yü, çöpçüler kralındaki Apti’yi  andırıyor daha çok.

Heyecanımı yenemiyorum ama hayal kırıklığım da var... Çocuk şenliği kapsamında evimize gelen Avusturyalı çocuklara bile oturtup onun filmlerini izletmişliğim, zerre sözcüğünü anlamamalarına rağmen kahkahalarlar gülmüşlükleri var. Çocukluğumun birkaç iyi adamından biri, çatık kaşıyla dönüp bakmıyor  bile bana.. Baba diyorum hiç gülmüyor çok değişik, babam diyor ki, oğlum filmlerde gördüklerinle gerçek hayat farklı, o da öyle bir insan demek ki.

Gerçek hayat var değil mi? Hayatın filmlerdeki gibi olmadığı gerçeğinin ilk dersi Aktör değil, insan Kemal Sunal’la oldu benim için..

21 Ekim 2019 Pazartesi

DEĞİŞİM
















6 yaşımdaydım (annemin de hatırlatma destekleriyle), henüz Üsküdar yıllarımız, semtin bütün balkonlardan sarkan sarı lacivert bayrakları hatırlıyorum. Futbola aklımın erdiği ve bu yaşta hala hatırlayabileceğim en erken anılarımın olduğu yıl 1985 yılı. Diyorum ki acaba en büyük takım Fenerbahçe mi? Heryerde bayraklar var herkes kutluyor, muhtemelen küçücük mahalledeki 2-3 arkadaşımdan da etkilenmişim. Babam ne dedi, annem nasıl tavsiye verdi (kendisi GS'lidir) hatırlamıyorum ama aklımın o kısa vakitte döndüğünü biliyorum... Fakat orada kaldı, 40 yıllık hayatımda muhtemel 2-3 günlük "acaba" dışında birgün terketmedim Beşiktaş sevdamı.

Kadıköy- Göztepe'ye taşındık, mahallede can ciğer olduğum 10-12 arkadaşımın hepsi koyu Fenerbahçeliydi, tek başıma sürekli tartışma içinde bulurdum kendimi. Maç dönüşlerinde ellerinde meşalelerle karşılarlardı beni apartmanın önünde. Annem balkondan aman evladım yapmayın minvalli seslense de çocuklar "Serra teyze şakalaşıyoruz" diyip devam ederlerdi. Biz galip gelsek durmazlardı evlerine giderlerdi. Ben yine tek.. Beşiktaş sevdasını abarttığım zamanlar çok oldu, deplasmanıydı, kavgasıydı, dövüşüydü... Annemin yüreği ağzında dönüşlerimi beklediği yıllar çoktu. 

Süleyman hep başbakan diye bir şarkı vardır, Demirel'in sürekli gözümüzün önünde olmasına ithafen yapılmış, bizim de Süleymanımız vardı. Gözümü onunla açmıştım. Seba hep başkandı... Sonra birgün, önce Beşiktaştan sonra hayatımızdan çekti gitti.. O gündür nefes alamadık... Gelenler gidenler oldu, yaşanan güzellikler, şampiyonluklar oldu. Fakat gelen, istediğimde hep giderim dedi. Bana acı gelen, gidenin tvden bile BJK maçı izlemediği hissiyatıdır, çok üzülürüm buna. 40 yıldır hayat rotamı saatlerine ayarladığım Beşiktaş'ın başına geçip devamında yok sayanlara katlanamadım...

Beşiktaş'ın hiç ekmeğini yemedim, hep ekmeğimi böldüm, harçlık ayırdım, maaş ayırdım... Peşine 7 düvele gittim. Benim sevdamı yönetenlerin Beşiktaş'ı benden çok sevmesini diledim ki içim rahat etsin... 

Bu hislerle seçime oy vermeye gittim. Dernek bilmem, yönetici tanımam, tamamen samimi hislerimle gençlerin bulunduğu farklı bir bakışla bezenmiş olduğuna inandığım listeye oy verdim.. Başkandan ve listeden tek isteğim icraatlar yapılır geçer de, birgün yönetimi bıraktığınızda gelin Dolmabahçe'de maç izleyin.. 

23 Eylül 2019 Pazartesi

SİMİTÇİ



Hafta sonuna yaklaşma huzurunu örseleyen havanın, yaz aylarını terk ettiğini haber eden soğuğu ve yağmuru Cuma ile birleşince oluşturduğu muhteşem İstanbul trafiğinde İstoç'dan şehrin diğer yakasına Ataşehir civarlarına ulaşma çabasındayım. Oğlumu okuldan 17.00'de almalıyım saat 16.00, navigasyon varış 1.30 saat diyor, trafiğin içinde ilerledikce varış saatim uzuyor, 17.40'ları buldu bile..

Yoğun haftanın kapanışında, önemli ayların ortasındayım, işyerinde genel bir problemim yok ama yılın bu ayları olağan gerginlikle geçiyor. Şirkette satıştan sorumlu yönetici realiteleri, sene sonunun yaklaşması, muazzam büyük hedefler, raporlamalar, toplantılar, istekler, problemler, müşteriler vs. şeklinde akıp giden bir beyaz yaka yöneticisi günleri. Kişilik olarak kolay dert edinebilen bir yapıdayım. O sebeple kendime dert bulmakta güçlük çekmiyorum. Bugünlerde yurtdışı fuarlara takıldım, benim gitmek istediğim fuara daha junior bir marka yöneticisi götürüldü Amerika'ya. Ocak'da Hong Kong seyahati var ne yapıp edip benim gitmem lazım o seyahate, hak eden benim!.

Öte taraftan da şirket araçları değişecek, istediğim arabayı birşekilde kabul etmiyor şirket, halbuki sektörün önemli şirketinde önemli pozsiyonda bulunan yöneticiyim, hak ediyorum!. Neyse bari rengi istediğim gibi olsun, kaç yıldır beyaz arabaya biniyorum bu sefer lacivert istedim.. Buna şirketi ikna ederek benzininin, bakımının zerresine dokunmadığım, 7/24 bende olan şahsi arabam şeklinde kullandığım aracım istediğim modele yakın ve istediğim renkte olacak.

Sektör ortalamasında beyaz yakalı yönetici maaşı alıyorum. Sınırsız kullandığım iyi model bir cep telefonum, en üst düzey business model incecik laptopum, adıma çıkarılmış şirket adına haracamalar yaptığım, şirketin ödediği bir kredi kartım ve yaklaşık 10m2 bir odam var. Fakat her beyaz yakalı gibi şirkette her zaman şahsıma adil davranılmadığını düşünüyorum. L.A fuarına bile götürülmedim! En çok yükü taşıyan benim, en çok stresi savuşturan benim, satışlara takla attırıyorum, buna rağmen gördüğüm muamele beni bazen mutsuz ediyor. Kafamda bu sıkıntılar(!) ve okula yetişememe gerginliği ile devam ediyorum yola.

Okulda saat 18.00'e kadar nöbetçi öğretmen var, yine de 17.00'den sonra alınca, oğlum niye geç aldın diye atarlanıyor, üzülüyorum bende, herkesle beraber okuldan çıkmasını sağlayamadığım için. Nihayetinde en iyi eğitim alması için özel okula gidiyor, acil dil öğrenmesi lazım, 7 yaşında İngilizce öğrensin ki ilerleyen yaşlarda ikinci dili öğrenecek. Yaşıtları arasında ezilmemeli, iyi bir gelecek için eğitimini kusursuz tamamlamalı. Dolayısıyla okuldan 30-40 dk geç almak sınıf arkadaşları arasında sorun olabiliyor.

Okulun önünde her zaman olduğu gibi uygun yer yok, birkaç metre ileriye bir kenara sıkıştırıyorum arabayı. Yağmur sakin yağıyor, yine de bagajdan şemsiyemi alıp hızlı adımlarla giriyorum okula. Oğlum iniyor merdivenden, yeni okul kıyafetleri çıkmış, kitap listesi çıkmış. İyi bir para karşılığı satılıyor okul tarafından. Onları inceliyoruz ödemesini yapıp çıkıyoruz dışarı. Şemsiyemi açıyorum hemen, ıslanmasın oğlum. Cuma aktivitesi konuşmaya başlıyor, 12 sayfa ödevi varmış, kolayca yaparmış, uzun zamandır gitmiyormuşuz sinemaya mı gitsek acaba diye soruyor. Arabaya binelim konuşuruz diyorum. Okul otoban yan yolunda, yoğunluklu bir yan yol orası. Şehirlerarası otobüslerin kalktığı ufak bir nokta da var hemen okulun karşısında.

Birkaç metre ötedeki arabaya daha az ıslanarak binebilmek için okul bahçesinden çıkarken adımları hızlandırıyoruz. Yolun karşısına geçmek için kafamı kaldırıyorum terminalin köşesinde, okulun tam karşısında muşambalarla örtülmüş tezgahın hemen yanıbaşında onu görüyorum. Üzerinde 80'lerin çok tutulan renkli eşofman takımlarının üstü var. Altında yağmur suyundan üst tarafları koyulaşmış bir kot. Elleri cebinde, omuzlarını yukarı doğru çekmiş muhtemelen üşüyor ve işe yaramayan yağmurdan az ıslanabilme refleksi gösteriyor. Ayağında ünlü markalardan birinin eskimiş sahtesi bir spor ayakkabı. Muşambanın sulu koyuluğundan kırmızı tentesi zor seçilen simitçi tezgahının başında bizi izliyor. Gözgöze geliyoruz, gözümü kaçırıyorum arabaya doğru ilerlemeye başlıyorum.

Bizi izlediğini biliyorum, arabaya yaklaştıkca gözümü neden kaçırdığımı anlıyorum, çünkü utanıyorum. O soğuk havada satılması çok mümkün olmayan simitlerinin başında okuldan çocuklarını alan aileleri izliyor. Muhtemelen o da bir baba, hiç okuldan alabiliyor mu çocuklarını? Okuldan alırken sinema planları yapabiliyor mu? O havada kaç simit satmalı ki kitapları defterleri denkleştirebilsin?

Gözümün önüne bir anda Samsun sigarası paketi geliyor. Üniversitede içtiğim sigara, o kadar yaşlı değilim, her sigaranın bulunduğu bir dönem üniversite yıllarım. Ama param yok, en ucuzundan sigara alabiliyorum. İlk zamanlar utanıp Marlboro paketine sokardım, sonra insanlar sigara isteyince Marlboro paketinden Samsun çıkartma daha utanç verici olduğu için ondan vazgeçip salmıştım konuyu.

İstanbul'un en iyi semtinde büyümüş, iyi kolejlerinden birinde okumuştum. Liseyi bitirirken babam battı, ben de gazetecilik hayallerimi çöpe atıp zar zor kazandığım devlet üniversitesine gittim. Babam sıkı batmıştı, okul harçlığımı verebilmek için tüm yakınlarından günlük borç istiyordu. Aldığı parayı olduğu gibi bana veriyordu, okula gidebilmem için. Bir simit tezgahı yoktu, mühendisti yeniden toparlayacağını hayal ediyordu. Toparlayamadı... Ben arkadaş ortamlarında "yaa aç değilim" diye yiyemediğim pizzanın kılıfıyla ve Samsun sigarasıyla yaşamayı öğrenmek zorundaydım.

Arabaya doğru adımlarımı hızlandırdım, simitçi beni izliyor yada ben öyle hissediyorum, kim bilir ne düşünüyor, kendi çocuklarıyla yapamadıklarını mı, eve götüreceği ekmeğin bile parasını zor denkleştirdiği o günün laneti mi. Babam geliyor aklıma, içim sıkışıyor, yüreğime bir yumru oturuyor, geçmiyor 10 metrelik yol. İnsanoğlunun nankörlüğüne, bulunduğu kabın şeklini alışına bela okuyorum ve artık rengini beğenmediğim arabama binip oğlumla sinema planlarını konuşmaya başlıyorum...