13 Aralık 2009 Pazar

Taraftar katlanamıyor



Christoph Daum "onu satan şampiyonluğu satar" dediğinde haklılığına sonuna kadar inanmıştık, ne de olsa altyapıdan ender çıkan harikalardan en sonuncusuydu, çok da formdaydı. Fakat 5 milyon dolarlık teklif zamanın şartlarında gerçekten de baş döndürücüydü. Ağlaya ağlaya gönderdik zat-ı muhteremi bask memleketine, gerisi herkesin malumu, La Liga gol krallığı yarışına girişecek kadar yüksek perfromans, yine La Liga şampiyonluğunu kovalama, Villareal transferi, milli takım efsanesi vs. vs.

Ve sonra 2009 yazı, Swissotel suitlerinden biri, ne olduğu bilinmeden verilen sözler, İspanya'da 20 yıl durmadan top oynasa kazanamayacağı bir para, belki önüne geçemeyeceğimiz kapütülasyonlar, sen bizim evladımızssın ne yapsan kabul sen bizim evladımızssın yeter ki Beşiktaş'a gel minvalinden kelamlarla sanki Beşiktaş kendisine muhtaçmış havası verilmesi...

ve tüm bunların sonunda kardeşimizin takımın ağası gibi hareket edip zerre faydası dokunmadan oynaması...

Kesinlikle kendisini suçlayamıyorum. Önce ona bu payeleri verip takıma katan başkana, sonra da ne kadar faydasız olduğunu görmesine rağmen hala sahaya salan Mustafa Denizli'ye kızıyoru.

Her frikikte koşa koşa topaun başına gidip Tello gibi 2 yıldır bu takım duran topları en iyi kulanan adamı pasifize ediyosun. Ettiğin gibi bir tane duran topu olumlu kullanamıyorsun. Pozisyon buluyorsun kaleyi dahi tutturamıyorsun, topu ayağına alıyorsun kimseyi gözün görmüyor direkt kaleye vuruyorsun, vurduğunda genelde kalenin metrelerce alaksız yerlerine gidiyor, hatta 7 kişi içerde beklerken kornerden gelen topa gelişine vuriym diyosun vurduğun top korneri kullanan adama geri gidiyo. Takım arkadaşların 10 kişi çalışıp didinirken sen bol bol pozisyon harcayıp bir de sağa sola el kol yapıyorsun. Takım oyununu bozuyorsun... Son 15 dakka oyuncususun bu takımın 11'in de yerin yok ve taraftar artık sana katlanamıyor Nihat!

26 Kasım 2009 Perşembe

Merseyside savaşı: Liverpool-Everton



Malum derbiler haftası bu hafta, Sampdoria -Genoa, Barça Real, Partizan -Kızılyıldız, Sporting- Benfica ve Liverpool -Everton. Bu kadar çok derbi bir hafta sonuna sığışınca iştahımız kabarıyor açıkçası. Sampdoria-Genoa'yı daha önce yayınlamıştım blog'da şimdi de Merseyside'ı ekliyorum. Hafta içi de , Portekiz ve Sırbistan derbilerini ekleyeceğim.. Buyrun ;


Yağmurlar, asalet, geleneksellik, kraliçe ve futbol... Bunlar Britanya’nın ismi anıldığında ilk aklımıza gelen kavramlar. Bizim işimiz sonucusu, yani futbolla. Yeşil sahanın meşin yuvarlakla tanıştığı, birbirlerine çarpıldıkları, aşkın doğduğu ülkenin toprakları... Dillere pelesenk olmuş “Futbolun beşiği” deyişinin başaktörü olan İngiltere ve onun her semti, her mahallesi, her sokağı, buram buram futbol kokan liman kenti Liverpool... Bu kenti sevmek için birçok neden var elimizde ama futbol tutkunu olmak yeterli şimdilik... Bu küçük kentten çıkıp Dünya futboluna damga vurmuş 115 yıllık bir rekabetin terazisine konmuş iki takım, Mersey nehrinin iki yakasına dağılmış mavinin ve kızılın yani F.C Liverpool ve Everton F.C’nin tarih boyunca birlikteliğinin öyküsü bizimkisi...

Fakat bu öyküde derbi portrelerinde alışageldiğimiz şiddet ve nefret yok. Aynı şehirde beraber yaşayabilen birbirlerinin yokolmasını istemeyen, ama rekabet ortamını sonuna kadar soluyan, solumayı seven ve renklerine taparcasına aşık iki kulüp var sadece... Öykü savaşın öyküsü olmadığına göre rekabetin miladı da spesifik bir olay değil bu kulüplerin doğumu olacaktır elbette.

1872 yılında bir protestan kilisesi olan St. Domingo tarafından kuruldu “St.Domingo Football Clup”... Kriket ve futbol etkinlikleri yapıyorlardı ilk yıllarında. Kuruluşundan tam bir yıl sonra, kilise dışı insanların da katılımıyla, bir semt adı olan Everton’un ismiyle yer değiştirdi ve “Everton FC” olarak geldi günümüze kadar.... 1888 yılında kurulan, İngiltere tarihindeki ilk resmi ligin kurucusu kulüpler içerisinde yer aldı ve iki yıl sonra da o ligin şampiyonu oldu. Bu yıllarda maçlarını Anfield Road’daki çitlerle çevrili alanda yapıyordu maviler. Liverpool’da kayıtlı olan onlarca futbol takımı vardı ama sadece Everton binleri topluyordu o çitlerin etrafına. Erken gelen şampiyonlukla birlikte Liverpool halkı iyiden iyiye sahiplendi takımları Everton’u...

1892 yılı Everton tarihi açısından belki de en önemli yıldı. Kentin ünlü bira imalatçısı ve Everton’un başkanı John Houlding aynı zamanda mavilerin maç yaptığı Anfield Road’daki sahanın sahibiydi. Tamamen ticari bir zihniyete sahip olan Houlding şampiyonluktan hemen sonraki yıl kulübün kullandığı sahanın kirasını artırmak isteyince, toplanan kongre bu zammı kabul etmiyor ve terk ediyordu Anfield Road’u. Bu duruma sinirlenen Houlding sahibi olduğu sahada oynatabilmek amacıyla bir takım kurmaya karar verdi. Ancak İngiltere futbol federasyonu “F.A” Everton isimli bir takımı daha kabul etmeyeceğini belirtince başka bir arayışa yöneldi Houlding... Mavilerin yakaladığı tüm başarıları ve popülariteyi yakalayacağı umuduyla Anfield’in yeni sahibini “Kızıllar” yani F.C Liverpool’u sundu futbol sahnesine. İşte bu noktada, futbola ticari bakışı yüzünden o dönemde fütursuzca eleştirilen ve kenti ikiye bölmekle suçlanan Houlding’in aslında İngiltere spor tarihine nasıl bir hizmette bulunduğunun altını kalınca çizmek gerekli...
Liverpool F.C 15 Mart 1892 yılında futbol sahnesindeki yerini resmen almış oldu. Everton’un ayrılışı sonrasında sadece üç oyuncu Houlding’in yanında kalmıştı dolayısıyla takımı toparlayacak oyunculara daha da önemlisi bir antrenöre ihtiyacı vardı. Bu açığını John Mckenna ile anlaşarak kapattı ve İskoçya’dan on üç profesyonel futbolcu getirildi... İlk yıllında Lancashire ligi denilen yerel bir ligde şampiyon olan kızılllar, böylelikle ikinci profesyonel lige adım attılar. Ama birinci lige ve komşuları Everton’un yanına gidebilmek için sabırsızlardı. İkinci ligde yenilgisiz şampiyon olduklarında artık tüm ülke Liverpool futbol takımının ismini biliyordu...



1891’deki şampiyonluktan sonra evinden kovulan Everton bunun acısını çıkarmak için çok uzun beklememişti. 1895 yılında Everton’un evi Goodison Park’da tarihlerinin ilk maçını oynamak için buluştu maviler ve kızıllar. Rekabet anlamında çok ilgi çekti bu maç, Anfield’den kovulanla kovanın maçı olarak adlandırıldı halk arasında ve kovulanın 3-0 üstünlüğüyle bitti... Bu kovulma hikayesi sayesinde büyük puan toplamıştı Everton. İnsanoğlunun ezileni sahiplenme içgüdüsü halkın büyük çoğunluğunu onların safına çekmişti...

Evet Houlding’in stad kiralama hikayesi kentin iki takımını karşı karşıya getirmişti, ama başka bir ülkede olsa rahatlıkla kan davası sayılacak, uzun yıllar birbirini yoketme uğraşısı içine girecek iki düşman yaratacak, stadları savaş alanına çevirecek “ezilmişle-ezen” olgusunu su yüzüne çıkaracaktı... Liverpool’da ise sadece futbol rekabeti olarak kalıyordu. Rekabeti yaratan mitlerin çıkış noktası “Houlding” olayıyla sınırlı değildi. Uzunca süre, zihinleri meşgul eden ve doğruluğu-yanlışlığı tartışılan, birçok kaynakta farklı yorumları ve sonuçları olan bir durum vardı iki kulüp arasında. Adanın kuzeyinde Glasgow’da vuku bulan rekabet ortamının benzerinin Merseyside’a bulaştığı, kilisenin ve mezheplerin iki kulübü ayırdığı, ıspatlanamasa da çokça konuşulan bir durumdu. Everton’un Protestan bir kilise tarafında kurulmuş olması ve uzunca süre kilise papazlarının etkisinde kalması, oyuncuların kiliseden olması onlara “Protestan Kulübü” payesini verdi... Buna karşılık F.C Liverpool’un ilk yılında anlaştığı 13 İskoç oyuncunun tamamının katolik olması da bu iddayı güçlendirdi, fakat sonraki yıllarda buna benzer veya bunu destekleyen somut bir adım hiç bir zaman atılmadı. İki kulüpte hem protestan hem katolik oyunculara ve taraftarlara sahip oldu... Bu da kanıtlanamamış bir bahis olarak yerini aldı derbi sayfalarında...

Dönelim kızılların, o zamanın “Premier ligi” olan birinci lig macerasına. İlk yıllarında çaylaklığın verdiği çekingenlikle lige soğuk bir başlangıç yapsalar da önce 1898 yılında Everton’dan rövanşı alıp daha sonra 1901 yılında ilk lig şampiyonluklarını kazandılar. Everton ise 1915 yılına kadar bekleyip ikinci defa şampiyonluk tacını taktı. Kazandığı bu şampiyonluktan sonra, armasına kulüp felsefesi olarak kabul ettikleri Latince “Nil Satis Nisi Optimum” (Sadece en iyi yeterince iyidir) yazdırdılar ve bunu kulüp tarihleri için bir milat kabul ettiler. Mersey’in mavileri kuruluş gününden yana şehirin daha çok sevilen ve taraftar sayısı daha çok olan takımıydı. Goodison park hemen her maç dolu tribünlere ev sahipliği yapıyordu...



1959 yılı kızıllar için doğan güneşin habercisiydi... O yıl antrenör olarak yeni göreve gelen kişi, kızılların bu gün Avrupa’nın en iyi takımları arasında anılmasında başrolü oynayan, tribünlerde, pankartlarda flamalarda resmi hiç eksik olmayan ve stadyumun giriş kapılarına bile ismi verilmiş efsane Bill Shankly’den başkası değildi. Liverpool, 1959 yılında ikinci ligin dibine demir atmışken göreve gelen Shankly, takımda adeta devrim yaptı. Yirmi dört oyuncuyla yollarını ayırdı ve yepyeni bir kadro kurdu. O kadro, bir kaç yıl sonra 1964’de şampiyon olarak inanılmaz bir çıkış örneği gösterdi.



Bu şampiyonluk bir anlamda herşeyin başlangıcıydı. Liverpool uzun yıllar sürecek İngiltere ve Avrupa hükümdarlığını ilan etmek üzereydi. Shankly’nin kurduğu imparatorluk, üç lig şampiyonluğu, bir Uefa kupası, üç tane de “FA Cup” zaferi yaşadı. 1974’de yerini yardımcısı Bob Paisley’e bıraktığında altın bir mirası da devretmiş oldu. Paisley’de bu mirası iyi değerlendirdi. Altı lig şampiyonluğu, bir Uefa kupası üç Avrupa Şampiyon kulüpler kupası daha da önemlisi yıllarca unutulmayacak bir Liverpool efsanesi ekleyerek emekli oldu. Evet bütün bu başarıların mimarı efsane Bill Shankly’nin Liverpool taraftarları tarafından tarihlerinde en çok sevilen kişi olarak seçilmesinin sebebi taraftar ve onların psikolojisine olan yakınlığı idi. Kendi geçmişiyle yakın ilişki kurduğundan olsa gerek sürekli taraftar çıkarlarını gözetiyor, onlarla konuşuyor maç yorumları yapıyor ve dertlerini dinliyordu. Taraftar ruhunu ve onların taleplerini bu kadar iyi bilen bir ikonun, ezeli rekabete değinmemesi şaşırtıcı olurdu. Nitekim “Liverpool kentinde iki büyük takım vardır; Biri Liverpool F.C diğerdi de Liverpool F.C yedekleri” söylemiyle kızıl tribünlerde infial yaratmayı başarmış biridir Shankly...



Evet devir kızılların devriyidi ama Everton ve sadık güruhu artık başarıya aç bir şekilde ezeli rakipleri izlemekten sıkılmışlardı. Howard Kendall mavilerin teknik direktörlüğünü üstlendiğinde herkes ikinci bir Shankly’nin Mersey’in diğer yakasında vücuda geldiğine inanıyordu. Zira ezeli rakipleriyle kıyasıya bir mücadeleye giriştiler ve 1985 yılında şampiyonluğa uzandılar. Aynı yıl kazandıkları Kupa Galipleri Kupası Everton’ın ayak sesleriydi. Bu kupa sırasında oynadıkları ve 3-1 kazandıkları Bayern München maçı Goodison Park’ın tarihinde gördüğü en iyi maç olarak seçildi taraftarları tarafından. Efsane yaratma sırası mavilerdeydi... Önlerinde Avrupa Şampiyon Kulüpler kupası vardı ve kupanın en iddalı takımıydı Everton. Ama hayal edilmesi bile zor bir engelin önlerine çıkacağını nerden bilebilirlerdi?




Everton’un Kupa Galiplerini kazandığı vakitler ezeli rakipleri Liverpool, yine Şampiyon Kulüpler Finalini oynuyordu. Bu defa rakip İtalyan Juventus, mekanda Belçika’nın Heysel stadyumuydu. Bol miktarda alkol tüketen İngilizler, maçtan bir saat önce tribünde Juventus taraftarlarıyla kendilerini ayıran güvenlik boşluğuna toplu halde bir hamle yaptılar, henüz ne olduğu anlaşılmadan Juvelilerin bulunduğu tribüne doğru hızla hareket eden İngilizler demir telleri yıkarak yan tarafa ulaştılar, kendilerini korumak için kaçmaya çalışan Juventus taraftarları kalabalığın içinde bir anda izdihama sebep oldu, yüzlerce insan birbirini ezerek kaçışmaya çalışıyordu, aslında faciaya koşuyorlardı... Sonuç: Çoğunluğu Juventus taraftarı otuz dokuz kişinin ölümü ve İngiliz futbol kulüplerinin UEFA tarafından beş yıl Avrupa Kupası müsabakalarından men edilmesi...




Bu netice tahmin eldileceği gibi hemen tüm İngiltere’yi kedere boğdu ama en çok da Everton ahalisini... Tam sıra kendilerine gelmişken ve en formda dönemlerini Avrupa başarılarıyla süslemek üzerelerken daha da önemlisi yıllarca ezeli rakiplerinin gölgesinde kalıp tam onları yakalama ivmesine ulaşmışken yine onların yüzünden Avrupa’dan men edilemeleri üzüntüyü kısa zamanda öfkeye çevirdi mavilerin adına. Rekabet yüz yıllık tarihine ulaşmışken en gergin günlerini yaşamaya başlamıştı. Kente hakim olan bu nefret duygusuna ilk başlarda hiç alışamadı Liverpool halkı. Aynı Londra derbilerinde olduğu gibi futbolun kirli yüzü olan kavga ve şiddet kent caddelerini esir almıştı... Artık eskisi gibi mavi ve kızıl formalar bir arada stayum yolunda yada Stanley Park’da gezemiyor gerginlik her an her yerde patlak verebiliyordu...




Merseyside’ın bu denli kinle dolup taşması fazla uzun sürmeyecekti, ama barışın sağlanma sebebi yine üzücü bir olay ve İngiltere tarihinde başka bir kara leke olan “Hillsborough faciası” olması sevinilecek çok fazla yan bulunmamasına neden oldu. Sheffield’in sahasında oynanan F.A Cup yarı finali için orada bulunan Liverpool tarfatarlarının bulunduğu tribün, haddinden fazla dolunca, oluşan izdiham ve sıkışmadan dolayı tam doksan altı Liverpool taraftarı hayatını kaybetti. İngiltere spor tarihinin en kötü günlerinden biri zapta geçiyordu... Liverpool halkı derin bir hüzünle, yaşadığı faciayı unutmaya çalıştı. Stanley Park’da düzenlenen anma toplantılarından birine ellerinde mumlarla gelen mavi formalı bir grup, mumların aleviyle koca bir buz dağını eritti... Anfield Road’da ki ilk maça birlikte yürüdüler , tribünde birlikte saygı duruşunda bulundular ve birlikte söylediler en hüzünlü şarkıları...

Heysel faciasıyla yeterince antipati toplayan Liverpool, Hillsborough ile eski popüleritesine yeniden kavuştu. Sayısız ülkede sayısız hayranı olan kulüp Beatles’dan sonra Liverpool kentini Dünya’ya tanıtan ikinci olguydu. Ama bir farkla, Liverpool F.C ölümsüzdü!.. Öyle ki, her hafta yüzlerce hayranı onları izlemeye geliyordu Anfield Road’a... Kızıl formalı bir denizin içinde yer alıp Stanley Park’ı geçtikten sonra gelinen “Shankly Gates” ve stada giriş... Futbol mümini her insana fersah fersah sevap kazandıracak bu ibadet şekli stada girdiğinizde size neden kutsal olduğunu ıspatlayacak güzelliğe sahiptir... Muhtemelen çıktığınız tribünün karşısında yer alan “Spion Kop” kırmızı-yeşil ve beyaz bayraklarla karşılar sizi. Bir kaç dakika sonra da bir“Liverpool ritüeli” başlar; fırtınada başını dik tutanların, karanlıktan korkmayanların ve “asla yalnız yürümeyenlerin” türküsü Anfield semalarını doldururken siz çoktan futbol cennetinin düşlerini yaşamaya başlamışsınızdır...



Bu kadar kızıl güzellikten bahsetmişken, çok önemli bir gerçeği ortaya koymak gerekir. O da Everton’un şehirde daha popüler bir takım olduğudur. Evet bu durum başta, şehire ve Britanya’ya uzak insanlar tarafından kabul görmez ama Everton daha köklü tarihi vede 110 yıl önce evinden kovulduğunda peşine taktığı güruhun torunlarıyla her zaman daha kalabalıktır kızıllardan... Stanley Park’ın diğer yakası belki ezeli rakibi kadar başarılı olamamıştır ama hiç bir zaman da onlardan aşağı kalmamıştır, tam silkeleneceği dönemlerde önüne çıkan engeller başarıyı sindirmiş olsa da onlar Liverpool’un mavileridir ve kentin birinci takımıdır...

Bunun için kızılların efsane futbolcusu Greame Souness’e kulak vermek gerekir; ”Everton Liverpool’dan daha büyük bir kulüptür. Merseyside’de nereye giderseniz gidin mutlaka bir Everton taraftarına çarparsınız” bu sözler belki anlatılanların kanıtı olabilir ama daha da çarpıcı bir örnek, yıllarca kızıl forma içinde alkışlanan ve o formayla özdeşleşen oyuncuların geçmişlerine gidildiğinde karşılaşılan gerçeklerdir. Michael Owen, Ian Rush, Steve Mc Manaman, Robbie Fowler gibi, Liverpool klasiği oyuncular da bir çok Liverpool genci gibi mavi formanın aşkıyla büyümüşlerdir.

Everton’un yalnız yürümeyenlere inat efsane tribün şarkıları da vardır. Glasgow’un Parkhead tribünlerinden aşırılmış olsa da iyi bir düzenlemeyle, dillere düşen “Grand Old Team” Everton efsanesi olarak “Gwladys Street” çocukları tarafından, her maç tribünlerde söylenir. Bir bölümü de kızıllara ithaf edilerek!



En başta söyledik, Liverpool şehri sevilmek için bir çok nedeni içinde barındırıyor. Biz kendi payımıza düşeni, yani futbol hücrelerimizi besleyen vitaminleri fazlasıyla alıyoruz bu mekandan. Ama hemen, futbol sevgisinin, renk aşkı sığlığında kaldığı bir şehirin futbolsevere verebileceği ne vardır? Sorusu gelebilir akıllara. Cevabı çok basittir, salt bir futbolsevere diğer yeşil sahalardan farklı olarak verebileceği birşey gerçekten de yoktur ama Merseyside ahalisini kıskanıp onlar gibi mavi ya da kızıl renge gönül vermiş biz “harici taraftarlar” için kutsal topraklardır oralar. Evet, bir kısmına dahil olabildiğimiz kıtanın diğer ucundaki bir adada olan biten futbol mücadelesinden size ne? Soruları mantık çerçevesinde değerlendirilebilir belki. Ama, kıtanın heryerinden benzer duyguları yaşadığımız, tanımasak da yürek birliği içinde olduğumuz yoldaşlarımızı düşündükçe boşveriyoruz türlü soru işaretlerini... Neyse ki bu konuda ismimiz çoğul eklerle anılıyor. Yani “asla yalnız yürümüyoruz...”

4 Kasım 2009 Çarşamba

Four Four Two Kasım sayısındayım.

Sevgili dostum Ali Ece'nin desteği ile 4-4-2 Kasım sayısına Brezilya Serie A yazısı yazdım. Alın okuyun ekonomi de canlansın tiraj da artsın :).

Bu arada işlerin anormal yoğunluğu ve enteresan seyahatler yüzünden uzunca süredir bloga ve spor x'deki köşeme yazı yazamıyorum. Fakat Vücut ve beyin kimyamı toparlamak üzereyim yakında tekrar devam edeceğim yazılara.



Onlar içerdi su boylarında bayramları

İki şişe dimitrikopulo, bir damacana sakız rakısı

Arda boylarını söyleyip klarnet çalarlardı

Çalsana be yunan oğlu, allah affetsin seni

Ben bilmezdim böyle eğlendiklerini...

30 Eylül 2009 Çarşamba

İşini yap İlker Yasin (onu da yapamıyorsun ama...)



Sen, Monaco-Galatasaray maçında bağıra bağıra ağlarken, Fenerbahçe-Frankfurt maçında hem penaltı hem gol diye gırtlağını yırtarken, hadi hepsini geçtim Manchester United maçlarını anlatırken, Patrice Evra'nın 14 kardeşini bütün heyecanınla seyirciye aktarırken ki coşkundan sonra Cska-Beşiktaş maçının hesabını kime vereceksin?

Donuk ses tonuyla 15 gün önce oynanmış bir maçı tekrar anlatır gibi ekran başında bayılmamıza sebep oluyosun, yalan yanlış bilgiler veriyosun, sürekli takımı eleştiriyosun. Bireylere yöneliyosun. 8 milyonluk Tabata, en golcü Bobo, yedek oturuyor diyerek aklınca Denizli'ye veriştiriyorsun. Hoca'dan maç esnsında Mustafa diye bahsedip düzeltmeye çalışıyorsun. Maç 2-1 bitmiş Beşiktaş 6 maçtır bilmem kaç dakkadır gol atamıyor diyosun. Sonra da kalkıp Rüştü için artık yeri doldurulmalı sanki diye görüş bildiriyorsun.

Şimdi biz de kalkıp artık İlker Yasin'e de bi alternatif lazım desek abes mi olur? Ne de olsa o da en az Rüüştü kadar işini yanlış yapıyor. İlker Yasin'e alternatif çook uzun zamandan beri gerekliydi. Rüştü hayatının en azından bir dönemini işini çok iyi yaparak geçirirken, kendisi o başarıyı hiç bir zaman gösteremedi.

Sen İlker Yasin olarak Beşiktaş hakkında atıp tutmayı bırak lütfen, çünkü en az eleştirdiğin kişiler kurumlar kadar kötü yapıyorsun işini

27 Eylül 2009 Pazar

rezilLİG!

*Ankaraspor küme düşürüldü,

*Lige yeni çıkan takım üst düzey motivasyonda olması gerekirken 6 haftada "0"(sıfır) puanda...

*Geçen yılın şampiyonu 6 haftada 6 puan, ikincisi 1 puan almış durumda

*Galatasaray ve Fenerbahçe kendi aralarında lig oynar gibi tüm maçlarını kazanıyorlar...

bu iki takımın arasına girebilecek takım kim olur Allah bilir. Güçlü Anadolu takımı yok. İyi denen Bursa biraz güçlü takımlara asla kafa tutabilecek kapasitede değil. Ancak zayıf takımlara karşı üstünlük kurabiliyorlar.

Antalyaspor Fenerbahçe maçını izledikten sonra ayrıca anladım ki bu sene ligde kalma mücadelesi değil ligden düşme mücadelesi olacak. Zira mevcut takımların hepsi bunun uğraşını veriyormuşcasına mücadele ediyorlar. Antalyaspor'un, Kasımpaşa'nın, Denizli'nin, Sivas'ın, Antep'in top oynama niyetleri çok zayıf.

Biz bu lig kalitemizle nereye nasıl gideriz, nerde ne yaparız, gelecek Avrupa ve Dünya şampiyonalarında nasıl başarılı oluruz bilemem. Ama bildiğim tek şey var, o da Maraton programında Fenerbahçe'nin ikinci golünde dört sarı lacivertlinin Antalya yarı sahasında tek başlarına kalmasının Avrupa'da gösterilse haftanın en komik karesi olur söyleminin doğruluğudur.

Allah sonumuzu hayır etsin

22 Eylül 2009 Salı

Hoşgeldin!




Hope everything is going well?..

Your City missed you!

19 Eylül 2009 Cumartesi

gEL BAKALIM Süleyman Hurma




Hiç gelmeyecek sanmıştın heralde o gün değil mi? Gazı verdiler, çıktın aynı ligde oynadığın rakibinin televizyonundan Beşiktaş'a açık açık salladın, utanmadan, umarsızca, daha da melankolikleştiriym acımasızca salladın. Beşiktaş diyemedin, "birileri" dedin, transfer yapmayı öğrenmeli dedin. Arkandan sufle veren abilerini duyabilmek için eğildikçe eğildin, gerindikçe gerindin... senle alakası olmayan karanlıkların maşası oldun. Koca Beşiktaş'a, küçük hesaplarınla ayar vermeye kalktın.

Hani bizde meşhur bir şarkı vardır, "alçaklara kar yağıyor üşümedin mi, sen bu işin sonunu düşünmedin mi?" diye, sanırım düşünmedin... Ee Süleyman efendi, o gün geldi çattı. Sen rakibinin kanalında bir başka rakibin için "birileri" diyip, transfer yapmayı öğrenecekler diyerekten ders vermeye çalışırken bugünleri düşünmemiştin değilmi? ama işte zaman durmuyor, akıp gidiyor Beşiktaş taraftarı da hafiften kindar. En azından bir kere intikam almadan içi rahat etmiyor. Geçen sene "kulübedeyken gözümün içine baka baka küfür ediyorlar" demiştin ya hani, işte bu sene eğer yüreğin yeter de aynı kulübede oturursan olacaklara hazırlıklı ol. O dilini de artık sıkı tut, bir daha ki sefer kopuverir. Beşiktaş büyük taştır altında kalırsınız...

10 Eylül 2009 Perşembe

İddia Motivasyonu!

Mustafa hocanın motivasyon dehası olmadığını herkesin malumu. Fakat bu firsatı bence kaçırmamalı. Ümraniye'nin her köşesine derbinin bahis oranlarını koca koca bastırıp asmak lazım.

Galatasaray galibiyeti @ 1.50! inanılır gibi değil. Bir derbi açında açılan bu oran...
Hemen yurt dışı bahis sitelerini araştırdım, oralarda da durum farklı değil, bildiğimiz standarttan sebeple az daha yüksek 1.75'ler civarı. İddia'nın bahis oranları üzerinde ülkenin demografik özelliklerini bilmesine rağmen kullanmaması komik değil mi? Neyse uzatmayacağım, bu orandan Galatasray'ı kimse almaz . Zaten o maç "1" de bitmez.

5 Eylül 2009 Cumartesi

Trabzon'un içinden-konuk yazar




Trabzonspor'la ilgili bir kaç defa yazı yazmıştım. Malumunuz herkesin etrafında bol miktarda 3 büyük taraftarı varken 4. büyüğün nüfusu azdır. Ama ben yaklaşık 6 yıldır bu konuda çok şanslıyım. Zira Tranzon'un bağrından kopan hem fanatik, hem sosyolog Trabzonsporlu Semih kardeşimle tanışmam 6 yıl öncesine dayanır. 6 yıldır ne zaman Trabzon'la ilgili merakım olsa sağolsun bol bol aydınlatır. Geçenlerde takımın haline üzüle üzüle hırs yapıp oturmuş bilgisayarın başına yazmış durumu, rica etti bize de dokunmadan yayınlamak düştü. Buyrun sosyolog fanatiğin gözünden Trabzonspor analizine.


HUGO BROOS VE FUTBOL FELSEFESİ



Uzun yıllar sonra camianın ısrarla beklediği, Sadri başkanın söz verdiği gibi, yarışmacı bir Trabzonspor hedefi gerçekleşmiş ama son hafta Avni Aker’de yine bir Fenerbahçe faciasının ardından ligler tatile girmişti. Yeni transfer beklentileri, Samet Aybaba esprisi, başkanın çocukça çıkışı ve kongre kararı, Ericsson-Tugay heyecanı, Zaccheroni söylemi derken o ana kadar adını hiç duymadığım Hugo Broos yeni hocası oluverdi Trabzonsporun.

Daha sonra kariyerini gözden geçirdiğimiz Broos’un Yunanistan macerası hariç özellikle ülkesinde bir nevi Türkiye’nin Mustafa Denizlisi olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Aslında olaya daha analitik baktığımızda Ersun Yanal’a başarı grafiği olarak çok daha fazla benzediğini fark edebiliriz.

Broos Belçika’da 3 önemli takımda ciddi başarıların yanına, 2 takımda elde ettiği 3 şampiyonluğu, 4 kez kazandığı Yılın Teknik Adamlığı unvanını eklemiştir. Oysaki Ersun Yanal Denizlispor’dan başlayan süreçte Ankaragücü, Gençlerbirliği, Milli Takım, Manisaspor ve Trabzonspor’da başarılı olduğu şüphesizdir.

Ancak Ersun Hocanın çalıştırdığı takımların (Trabzonspor hariç) şampiyonluk hedefinden oldukça uzak olması (fikirsel ve ufuksal olarak) ona Türkiye Ligleri şampiyonlukları getirememiştir. Bu ön karşılaştırmalar ile kafamı meşgul edip, ligin ilk haftasını da yıllık iznimin sonuna bağlayınca, bu sene Trabzonspor ne yapar düşünceleri günün her anı kafamı kurcalamaya başlamıştı. Görünen o ki çok pas yapan bir takım olacaktı Trabzonspor. Broos’un öğrencileri hazırlık maçlarında bizlere bunu gösteriyordu, genel izlenim Hüseyinin yerine Tjikuzu’yu, Alanzinho’nun yerinde daha fazla Engin Baytar’ı görecek olmamızdı.

İlk hafta maçında Trabzon Sivas'ı tarihinde ilk defa deplasmanda yenebilmişti, ama asıl dikkat çeken tam da tahmin ettiğimiz gibi Trabzonspor un inanılmaz bir pas yüzdesi, topa sahip olma oranı (bu istatistik her verildiğinde Daum un ilk senesi Beşiktaş’la Trabzonu H. Avni Aker de 0-2 yendiği maçı hatırlarım, Dauma dahi sıfatı kazandıran maçı… O maçın ardından iki takımın topla oynama istatistiği Trabzonspor %73 BJK %27 idi) tek top oynama iştahı idi.

Müsabaka sonra bir hafta süresince, tüm Trabzonlular çok mutluydu, çok iyi bir başlangıç, çok iyi bir deplasmanda, çok iyi bir oyunla gerçekleşmiş, hocanın kendine güveni gelmişti. Tüm bu verilerin ardından Trabzonspor kendi evinde ligin zayıf halkası olduğu düşünülen Diyarbakırı ağırlayacaktı, her seneki sezonun ilk maçı kalabalığının dışında ayrı bir umutlu kalabalık vardı statta. H. Avni Aker’de ilk yarıdaki Giray’ın golünden sonra ikinci yarıdaki durumu hepiniz biliyorsunuz.

Burada sonuç önemli değil dikkat çeken asıl konu Trabzonspor un maçın ilk yarısında pas yapmaya çalışması, ancak ikinci yarıda skor rehavetiyle birlikte bunun üzerinde durmaması, bireysel oyuna yönelmesi, rakibi küçümsemesi. Bunun önlenememesi ise akıllara disiplin sorununu getirir ama bunları ve birçok farklı durumu konuşmak üzere çok ama çok erken olduğunu söylemek isterim. İşte tam da burada bu konunun bir miktar üzerinde duracağız. Aslında her birimizin zamanında amatör futbolculuğu ve her daim devam edecek halı(suni çim) saha tecrübelerimizde de sabitdir ki pasa dayalı bir futbol çok zordur; Çok çalışma, çok fazla bir arada oynama ve çok yetenekli oyuncular gerektirir.

Bu nedenle özellikle Türk futbolcusunun bundan kaçtığını düşünüyorum burada görülmesi gereken durum Broosa bu konuda ne kadar taviz verileceğidir. Geçen Sene Ersun Yanalın rakibe erken pres yapan, uzun toplar, az paslı kaos futbolundan sıkılanların, “pas yapan takım istiyoruz” diyen bazı yerel kalemlerin, Broosu ne kadar analiz edebileceklerini merakla bekliyorum. Aslında Trabzonspor'un Avrupa maçlarını da dahil ettiğimizde 5 maçının bizlere çok çarpıcı izlenimleri verdiği bir gerçek. Sivas maçında oyunun hemen her anında taktiksel pas ve topa sahip olmanın birebir uygulanması (tabi burada skor rahatlığını erişilse de deplasman faktörü ve Sivas baskısının bu durumun devamlılığında rol oynadığı bir gerçek).

Diyarbakır maçında ise ilk yarı pas yapan takımın skor üstünlüğünü elde edince amiyane tabirle cıvımaya başlamasıyla tepetaklak olması, daha sonra Toulouse maçı bu sistemin uygulanırlığına çok ilginç bir örnektirdir ki irdelenmelidir. Bu maçta Trabzonspor ön liberosu, stoperleri ve sağ ve sol kanat oyuncuları ile orta sahada paslar yaparak devamlı sağ açıktaki Serkanı kaçırma üzerine oyun planını kurmuştu, Gignacın golüne yapılacak hiçbirşey yoktu aynı şekilde Engin'in çalımalarını Fransızların seyretmesi gibi.

İlk yarı bu skorla bittiğinde benim kanımca Broos bu skoru oldukça yeterli görmüştü, dikkat ederseniz ikinci yarının ilk 10 dk sında Trabzonspor orta sahada inanılmaz bir pas trafiğine girdi ve rakibinin üzerine gelmesini bu arada gol bulmayı bekledi, burada planları bozan futbolda savunma paylaşımından uzak bir korner sonucu yenen goldü, daha sonra ise şuursuzca bir hucum, sonrada 3. gol.

Hazır yeri gelmişken söylemeden geçemeyeceğim, futbol oynayanlar çok iyi bilir teknik direktörün soyunma odasında söyledikleri sahada belirli bir noktaya kadar uygulanır ama işler gerçekten kötü gidiyorsa( ve bunun sonucu Trabzon gibi bir şehirde oluşacak haftaiçi taraftar baskısı ise) artık sahada oyuncu insiyatifi söz konusudur. Demek istediğim çok açık, Broos un oyun felsefesinde şuursuzca saldırma diye bir anlayış yok, hocanın mutlaka B ve C planları vardır ama bu taktiğin hocanın felsefesine aykırı olduğunu düşünüyorum.

Sonuç olarak 1-2 den sonraki şuursuz baskının futbolcu odaklı tribün arkalanmalı olduğu aşikar. Daha sonraki Manisa ve diğer Toulouse maçlarında inanılmaz bir nokta dikkatimi çekti, Takım ilginç bir şekilde sakin, huzurlu, rahat ve stressiz bit futbol sergiliyordu(bu iki maçında şeklen de olsa dönüm maçları olduğu gerçeğini unutmayalım). Hatta seyredenler bilir Toulouse maçının ikinci yarısına rakip takım ve hakemlerden dahi çok sonra çıkan Trabzonsporu, sanırım Fransız TV si de merak etmiş olacak ki, takımın soyunma odasından çıkışını naklen verdiğinde oyuncuların, inanılmaz rahat, kendinden emin ve vakur oldukları kafamı iyice kurcalamıştı.

Tüm bunları kafamda bir yerlere oturtmaya çalışırken imdada çok severek takip ettiğim 4-4-2 dergisi yetişti, dergide Broos ile yapılmış bir röportaj vardı, Broos oyuncuların üzerindeki ağır baskının bir an önce kaldırılması için her bir oyuncusuyla tek tek görüşmeler yaptığını anlatıyor sonunda da ekliyordu, "ancak bu baskının olumlu etkilerini de gözden kaçıramayız bu işi bir dengede tutmalıyız."

Aslında bu söylem bu 5 maçlık zinciri inanılmaz bir şekilde açıklıyor. Sivas maçı, lig başlangıcı, kredi yüksek, deplasman, stres yok ve sonucunda gelen bol pas, yüksek top yüzdesi ve galibiyet. Diyarbakır maçı ilk yarı olumlu taraftar desteği, bol pas, gol; ikinci yarı skor avantajıyla gelen savsaklama ve tepe taklak oluş ve o anda tribünden yükselen Fatih Tekke tezarühatı ile tüm yapının tarumar olması.

Toulouse maçı bir geçiş (ikinci yarının ilk 10 dk.sı hariç), ardından Manisa ve Toulouse maçlarında bol pas yapmaya çalışan, sakin, stressiz bir takım(skor ne olursa olsun). Buraya kadar her şey açık, ancak burada denklemin içinde hem üstlendiği görev hem de formüle etkisi belli olmayan iki bilinmeyen var. Bunlardan ilki bu oyun sistemine, tıpkı Ziya Doğan gibi çözüm bulabilecek futbol katili hocalar olması (boş alanları daraltıp takım halinde topun arkasında kalarak -birazda Mesut Bakkal-) bir diğer sorun ise panik hallerinde bu sistemden kopan oyuncuları ve takımı toparlayabilecek Broos disiplini.

Sanırım bu seneki Trabzonspor’un akıbetini bu bilinmezler belirleyecek. Tabi ki camia, statüko ve ulemanın hocayı ve takımı belki iyi niyetlide olsa eleştirmesine karşın yönetim ve hocanın tutumu tüm bilinmeyenlerin dışında denklemin tüm dizilişini etkileyecek bir noktada durmakta.

SEMİH BİLEN

30 Ağustos 2009 Pazar

WEST HAM-MILLWALL GERÇEĞİ !



Hep söyleriz üzerinde futbol yazan her taşın altından mutlaka bir İngiliz çıkar diye. Futbolu icat edenlerin Dünya’nın dört bir yanında topun oyuna girmesine yardımcı olmalarını ise sömürgeci kimliklerinin bir sonucu olarak açıklayabiliriz ancak... Eğer günün birinde futbolun “ulema sınıfı” oluşturulacak olsaydı bu mutlaka İngiliz bilgelerden oluşan bir topluluk olurdu. Zira oyunun tarihine bu kadar etki eden insanlar için bilgelik mertebesi olağan bir sonuçtur...

Tüm bu sebeplerden dolayı literatüre giren deyişlerin hemen hepsi de İngilizlere aittir. Tıpkı “Derby” sözcüğü gibi. Ortaçağ İngiltere’sinin Derbyshire bölgesinde iki düşman mahallenin birbiriyle olan rekabetine Derby rekabeti denmiş ve zamanla İngiltere’ye daha sonra da tüm Dünya’ya bildiğimiz anlamda yayılmış. Yani derbinin de mucidi İngilizler.

Hal böyle olunca derbi enflasyonuda bu ülkede çok yüksek. Sadece başkent Londra’da onlarca derbi mevcut: Kuzey’de Tottenham-Arsenal, Batı’da Chelsea-Fulham en çok bilinen ve Premiership dahilinde gözde Londra derbileridir. Bunların dışında biri, belki en az bilinenlerinden biri... Londra sokaklarını yıllarca terör ortamında tutan tutkulu ama kanlı, sevda dolu ama vahşi bir mücadele... ikisinin ismi yanyana geldiğinde bir çok insanda dehşet ifadesine neden olan İngiltere’nin en eski derbisi: Millwall F.C-West Ham United...



Aslında çoğu insan onları Green Street Hooligans isimli sinema filmiyle tanıdı. West Ham taraftarının gözünden anlatılan bu film esasen çok sığ bir anlatımla ağırlıklı olarak kavga ve dövüş üzerine kurulu.

Evet filmde gözükenler gerçek hayatta varolan şeyler ama Greens Street dendiğinde insanların akıllarına sadece bu film ve filmde anlatılan taraftar grubu geliyor. Yani Green Street’in West Ham’ın sahası Boleyn Ground’un(Upton park) hemen arkasında olayların sürekli cereyan ettiği uzun caddeye dendiğini, bu caddenin de ismini saha ilk kiralandığında orada bulunan daha sonra stad yapımı için yıkılan “Green Street House” adlı okuldan aldığı anlatılmamış.

Anlatılmayanların en önemlisi de Millwall’dan neden nefret ettikleri... 20’li yaşlardaki gençlerin ellerinde biralarla yaptıkları kavgaların aslında 20. yüzyılın en başlarında Güney Doğu Londra’nın tersaneler bölgesindeki çekiç seslerinin bir anda susmasına dayandığını, hikayenin kökenlerinin çok daha kuvvetli olduğunu hatta “Derbi” sözünü bugün aynı isimle oynanan birçok endüstriyel spor yanlısı, para makinası gözüyle bakılan safsata mücadelelerden çok daha fazla hakettiğini de anlatmalılarmış. Çünkü temelsiz bir bina gibi salt bir şiddet mücadelesi olmadığı, şiddetin dahi bir sebebinin olduğunu gösteren bir rekabet bu.

İngiltere’nin bir çok kulübünün kuruluşuna rehberlik eden işçi sınıfı da bu filmin başrol oyuncuları...
1900’lerin hemen başında Güney Doğu Londra’nın fakir semtlerinde ikamet edenlerin çoğunluğu bölgedeki tersanelerde çalışıyorlardı. Bu tersanelerden birbirlerine rakip olan en büyük iki tanesi Thames Iron Works ve Millwall Iron works idi. Bu iki firma en büyük gemileri üretmeleriyle ünlemişlerdi ve en çok işçi sayısına sahip firmalardı. Dolayısıyla aralarında oluşan rekabet şirketlerden çok işçilerin rebaketiydi.

Dönemin getirdiği ekonomik güçlükler, olayı sosyolojik olarak ele alan işçi gruplarına dönüştürmüştü. O dönemlerde futbol sahaları henüz savaş meydanı olarak kullanılmadığından onlar mahalle aralarını, sokakları, parkları mesken tutmuşlar... Aslında ikisini birbirinden ayıran unsurlar çok daha fazla ve işin futbol yönü sadece modern dönemde kendilerini ıspat için kullanılan bir gereç...



Biz yine de topa bakalım. Millwall F.C’nin kafakağıdında 1885 yazıyor. Londra’nın doğusunda Thames nehrinin hemen kenarında Isle of dogs denilen yerde kurulmuş. Kulübün kurucuları James Morton isimli bir demir tüccarının Millwall tersanesinde açtığı konserve yiyecek firmasının çalışanları. İşçilerin tamamı olmasa da büyük çoğunluğu Morton gibi İskoçya vatandaşı. Kulübün ilk başkanı ise İrlanda’lı William Murray.

Kulübün ilk ismini bulundukları tersanenin isminden dem vurarak Millwall Rovers olarak belirlemişler. Renkleri de mavi ve beyaz... İlk yıllarında “tersaneciler” olarak anılan kulüp 1900 yılında F.A Cup yarı finaline yükseldiğinde aramasına bir aslan eklemiş ve o tarihten sonra da “The Lions” yani aslanlar olarak anılmışlar. Kulübün mottosu da tam taraftarlarının ruh halini yansıtan “We Fear No Foe”(hiç bir düşmandan korkmuyoruz) aslında bu söz çok doğru. Çünkü Millwall kendi taraftarları dışında herkesin nefret ettiği bir kulüp. Yani çok fazla düşmanı var.

West Ham United ise 1895 yılında Thames Ironworks F.C ismiyle bu tersanenin işçileri tarafından kurulmuş. Kulüp 1900 yılına kadar bu isimle kalmış, şu anki stadları Upton Park’a taşındıktan sonra ise mahallelerinin ismi olan West Ham United ismini almışlar. İşçilik köklerini ölümsüzleştirmek içinde amblemlerine çekiç eklemişler ve bu tarihten sonra da “The hammers”(çekiçler) olarak anılmışlar.

Upton park’a taşınmalarının ardından ilk maçlarını ezeli rakip Millwall ile yapıp 3-0 kazanmışlar. 10.000 kişinin önünde oynanan bu karşılaşma Daily Mirror’a da konu olmuş ve komşu mahallelerin maçını West Ham’ın kazandığını duyurmuş gazete...

O yıllarda gerçekten de iki komşu mahalle ve iki rakip şirketin işçilerinden öteye gitmeyen sakin bir rekabet halindelerdi. Millwall ve West Ham taraftarlarının kulüplerine olan sevgileri daha o tarihlerde parmakla gösterilecek kadar belirgindi. Çok kalabalıklardı ve bu sebepten dolayı oynadıkları maç saatleri dahi işçilerin çalışma saatlerine göre düzenleniyordu.

Milwall henüz efsane stadı The Den’e taşınmadan önce maçlarını East Ferry Road isimli uzaktaki bir statta oynuyordu. Bu zor şartlara rağmen 1900’lerin başında otuz kırk bin kişilik kitlelere oynadığı anlatılır efsane gibi. Yani bugün görülen tutku aslında yüzyıllık bir tarihe sahip. Dediğimiz gibi iki takımın da bu yıllarda Southern League’de karşılaştıkları maçlar çok kalabalık mahalle maçları gibi algılanıyordu ve rekabet “tatlı” kıvamındaydı henüz.



Günümüzdeki halini almasının miladı ise 1920 yılıdır. O yıl tersane patronlarının düştüğü ekonomik sıkıntılardan sebep işçilerin ücretlerini ödemekte zorlanmaya başlamaları sonucu tüm tersane işçileri birleşerek genel greve gitti.

Uzun yıllar boyunca rakip olan firma işçilerinin grev nedeniyle birleşmesi şaşkınlıkla karşılandı ama kararlılardı. Tersane patronlarıyla kıyasıya pazarlıklara girişildi. Sonuçlar beklenirken içlerinden bir grup gizliden gizliye görüştükleri patronlarıyla anlaşarak grevi bıraktı ve tekrar işbaşı yaptılar.

En kalabalık gruplardan biri olan ve çalışanlarının hemen hepsi Millwall taraftarı olan “Millwall shipyard“ isimli bu şirket işçileri grev yanlısı çalışanların hedefi haline geldi. Tepki gösterenlerin içinde West Hamlıların oluşturduğu Thames Ironworks şirketi başı çekiyordu. Tepkilerini eyleme dönüştürmeye karar verdiler. Gruplar halinde işyerlerine giden Millwalllular’a sistemli bir şekilde saldırılar başladı.



Karşılık vermekte gecikmeyen Millwall çalışanlarının 1921 yılının hemen başında Thames işçisi bir genci döverek öldürmeleri sonucu Güney Londra tarihinin en şiddetli mahalle savaşları başladı. İki rakip firmanın çalışanlarının sorunu bir anda ülke sorunu haline gelmişti. Olaylar güvenlik güçleri tarafından bastırıldı fakat iki tarafta o gün itibarıyla yıllarca sürecek nefret tohumlarını attılar topraklarına.

Bu durum bir kaç yıl daha münferit olaylarla devam ettiyse de hiç biri 1922 yılında West Ham’ın sahasında oynan East End Cup maçı kadar kanlı olmadı. Bu maçın iki yıl önce bir kaç ay süren mahalle savaşlarının devamı olacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Çünkü iki takımda o mahallelerin simgesiydi. Upton park etrafında toplanan binlerce West Ham taraftarı ortaçağ Avrupa’sındaki savaşlar misali karşı yönden gelen ve yine sayıları binlerle ifade edilebilecek kadar çok Millwall’lu ile işte bugün o ünlü “Green Street” olarak bildiğimiz cadde üzerinde çarpıştılar. Olaylar sonunda üç polis ve yedi taraftar hayatını kaybetti. Millwalllular o gün kazandıkları maçın değil, öldürülen beş West Ham taraftarının istatistiğini tutarlar bu gün hala...



İki Kulüp arasındaki tatlı rekabetin kanlı rekabete dönüştüğü bu tarihin ardından tüm maçları büyük olaylara sahne olmuştur. Ancak yıllar West Ham United’i sportif anlamda mutlu etmiş o dönemki adıyla 1.lig, F.A Cup ve Avrupa kupalarında kazandıkları başarıları Millwall tarafı uzaktan izleyebilmiştir. Bu durum uzunca süre aynı ligde mücadele edememelerine sebep olduğundan ender şekilde karşılaştıkları F.A cup maçları da büyük heyecanla beklenir olmuştu...

1950’li yıllarda Millwall kulübünün sportif başarıya hasret kalmış olması ve bunun Güney Doğu Londra’nın fakir mahallelerindeki suç oranının yükselip, çeteleşmenin oluştuğu bir döneme denk gelmesi Millwall taraftarlarını da bu oluşumların içine soktu. Çeteleşip sürekli büyüyen suç makinaları haline geldiler. Bu sebepten birçok futbol kulübü taraftarlarını bu deplasmana getirmek istemedi.

Millwall taraftarları ise çok kalabalık şekilde gittikleri tüm deplamasmanlarda büyük olaylara neden oldular. İşte Millwall’un İngiltere’de ismi her duyulduğunda insanların yüzünde dehşet ifadesi oluşmasına yol açan, halka göre; katiller, Londra polisine göre; baş belaları, Scotland Yard’a göre; Avrupa’nın en tehlikeli taraftar oluşumu, Demir Lady Margaret Thatcher ‘a göre ise “hayvanlar” olarak tabir edilen taraftar grubu “Bushwackers” da bu dönemde kurulmuştur. O tarihlerde başlıca görevleri gasp, adam yaralamak, hırsızlık, çetecilik gibi yukarda sayılan sıfatları hakeden işler olsa da daha sonraları Millwall’un tribün gücünü oluşturarak 1980’li yıllarda Britanya’da baş gösteren “Hooliganism” kavramının öncüleri haline gelmişlerdir.



Grup gerçektende tüm Londra’da adından korkuyla bahsedilen bir oluşumdur. Zaten mottoları da formalarının arkasına yazdıkları gibi ”No one likes us but we don’t care” dir.

Holigan kavramını tüm Dünya’ya tanıtan Londra’nın East End bölgesinde yani hem West Ham’ın hem Millwall’un doğum yeri olan bölgede yaşayan İrlanda’lı bir suç ailesidir. Dolayısıyla hem Millwall hemde West Ham taraftarları “Holigan” kavramının tam karşılığıdır. Yukarda bahsettiğimiz tribün terörü hareketinin West Ham temsilcileri ise Bushwackers kadar olmasa da yine şiddet kökenli ama zamanla çok daha fazla saygı duyulan ve Dünya’da bir çok kulübün taraftar gruplarına bu ismi vermesine sebep olan efsanevi “Inter City Firm” ICF’dir.

Grup Millwall’la olan mücadelelerin savaşçı gücüdür. Green Street Holigans filminde ele alınan grup “Green Street Elite” aslen ICF’dir... Zaten Green Street Hooligans filminin aslı, yani fikir babası da 1988 yapımı Gary Oldman’in başrolünü oynadığı ve tamamen Inter City Firm ve West Ham taraftarlarını konu alan “The Firm” isimli filmdir.



Milwall ve West Ham 2003 yılında son buluşmalarından tam on yıl sonra Championship liginde bir araya geldiler. Upton Park’da oynanan ilk lig maçından önce çevre yerleşimlerden birinde buluşan iki gruba engel olmak isteyen güvenlik güçleri ve taraftarlar arasında yaşanan arbede sonucunda üç West Ham taraftarı hayatını kaybetti. Bushwackers 1922 yılında öldürülen beş West Ham taraftarıyla birlikte bu maçta ölenleri hesaba katarak üzerinde “8” yazılı t-shirtler yaptırdılar. West Hamlılar ise 80 yıl önce ki grev olayında dem vurup “katil işbirlikçiler” pankartları açtılar.

Aslında aynı semtin, benzer tutkularla hayata sarılmış delikanlıları gibiler. Fakat hayata baktıkları pencerenin renkleri farklı. Daha da ötesi bir asır önce temelleri atılan nefret tohumlarının esaretinden kurtulamamış yada kurtulmak istemeyen nesilden nesile aktarılan bir düşmanlığın çocukları haline getirilmişler.

10 yaşını deviren her West Ham taraftarı çocuğa, babaları tarafından ICF efsanesinin anlatılması, Boleyn Ground’da maç izleme tutkusunun ve aşağı mahalleli Millwall taraftarlarını bir gün ezebilme hayalinin empoze edilmesi vazgeçilmez bir gelenek...

Tıpkı Millwall’lu gencin Chelsea deplasmanında babasıyla beraber omuz omuza çarpışması gibi. Birbirlerine çok yakın ama birbirlerinden ölesiye uzak iki mahallenin, iki halkın Güney Londra’nın ara sokaklarından tüm Dünya’ya yayılan nefretinin hikayesi bu... East Ham metro istasyonunun hemen çıkışındaki telefon kulübesinin neden yıkık olduğu daha net anlaşılıyor şimdi. 20’li yaşlarda ki gençlerin ellerinde biralarla yumruk yumruğa ölesiye kavga etmelerinin sebebi de...

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Duydum ki okumuşsun...

Hani blogların yazılış amacıyla ilgili bir anket yapılsa sayısız farklı sebep çıkar ortaya. Elbette ben de sadece ve sadece kendi kişisel tatminim için futbol yazmaya oturdum. Zaten bugüne kadar topun dışına da çıkmadım aslında, çıkmaya da hiç niyetim yok. Her ne kadar kişisel blogum da olsa futbol yazma amaçlı koşturduğumdan sebep abik gubik kişisel yazılarla buraları takip edenlerin zamanını almak istemem.

Ancaaak, blogun akıl almayacak yerlere ulaşabilme yetisi beni şaşırtmaya devam ediyor. Bunun son ve belki de en önemli örneğini bu hafta yaşadım. 1995'den beri hayatımın her manada kahramanı olan şahısın bu satırlara ulaşması inanılmaz şaşırttı beni. E madem okuyabiliyor bir defaya mahsus şahsi alınsın yazılanları.

Şimdilerde komşularımızın en güzeline yerleşme çabasında. Kapıda vize bekliyor, daha da önemlisi gidiyor... Çok isteyerek gidiyor, hırslı. Muhtemelen başaracak, bunun için gereken her türlü yeteneğe, vizyona ve istekliliğe sahip. Aylardır bunu bekliyordu zaten. Böyle bir şey için sevinmemek mümkün mü? Bazen maalesef mümkün...

Belki karşılaşırız umuduyla olabilecek her organizasyonu onun semtinde yapmayacağız artık. Kahve içebilmenin umuduyla yatıp kalkmak bile gereksiz. En yakın kahve 2000 km ötede... Kaybedilen 10 kg'nın bile anlamı yok, kime göstereceksin ki? Hiç bilemeyeceğimiz-bilemeyeceğin sebeplerden oluşan birliktesizlik ortamı az olan ümidini yitirmek üzere. Ve "desteğimiz sonuna kadar seninle, başarılı olacağına kesin inanıyoruz, iyiki gidiyorsun" temennileri içimize akan damlaların maskesi maalesef. Neyse ki ahalisiz evin ve beyaz şarabın sayesinde o maskeye ihtiyaç duymuyoruz.

Daha yazılacak onlarca cümlenin anafikrini anlatabilmek istedim. Balık sözün var, ben balık sevmem ama eğer hala orada olacaksan istiyorum ben o balığı, geleceğim almaya...

31 Temmuz 2009 Cuma

"Bayern"leşebilmek.



Hep derler bir yöneticinin bir şirkete ciro anlamında etkisi ilk etapta %10'u geçmez diye. Muhtemelen teknik direktörler için de benzer bir şey söylenebilir. Zira anında etkilerini görmek mümkün olmuyor ve sürekli zamana ihtiyacımız var minvalli sözler ediliyor.

Çok da yanlış bulmamak lazım, sonuçta gerçekten de bir çok dinamik var bazı şeyleri başarabilmek için bu doğru, fakat bu tez bazı hocalar için geçerli değil galiba. Çarşamba akşamı bir Bayern Munih izledim ki, geçen sezon oynadıkları adına futbol demek için onlarca şahit gerekecek naneyle karşılaştırmaya kalktığımızda futbolbilenler tarafından taş-sopayla kovalanacağımız türden bir takım.

İnanılmaz bir tempo, müthiş bir teknik kapasite ve fizik güç. Milan'ı, abartmıyorum 70 dakika gerçek anlamda sahasından çıkartmayan bir pres. Geçen seneki kadroyla çok farklılıklar mı arzediyor? Hayır. İstenmiyor denilen Hamit ilk 11 oynayıp golün asistinin asistini yapıyor, Mario Gomes yeni giydiği formayla 10 yıldır mücadele ediyormuş havasında. Van Buyten'i gezegendeki tüm stoperlerin izleyip, bu pozisyonda oynayabilmek için gereken şartnameyi kendisinden edinmesi gerekir.

Ve tabii başlarında Louis Van Gaal... Açıkçası Bayern Ribery'i Real'e vermeme konusunda o kadar ısrarcı olduğunda çok garipsemiştim. Aklımda hep geçen yılın son maçları kalmasından sebep "boşuna tutuyorlar, dünyanın parasını kazanmak varken" diye geçirmiştim içimden. Fena halde yanılmışım. Uli Hoeness'in bir bildiği varmış.


Çarşamba akşamı Ribery kadroda yoktu, tribünden takip ediyordu maçı. Takıma katılmasıyla Bayern daha da inanılmaz bir kılığa bürünecek bence, bu yıl Şampiyonlar Ligi'nin tozunu atacaklar benden söylemesi.

Bir Milan notu

Ben bu Milan taraftarının yerinde olsam, kulübü hemen basarım. Ne biçim ultrasınız kardeşim siz? Kulüp başkanının ülkede elden geçirmediği telekız kalmamış, her gün birisiyle takılıyor. Milan muhtemelen s..kinde bile değil çünkü azmış resmen. Takım günden güne eriyor. Buna dur diyecek bir delikanlı yok mu? Koca Milan'ın geleceği hal bu mudur? Bu kadroyla Juve ve Inter'i geçtim, geçen sene ilk 10'a giren takımların birçoğuyla başedemez. Forvet yok, kanat yok, bek yok, stoper yok, transfer desen o da yok. Ronaldinho, bitik. Defansta, Favalli, Oddo, Zambrotta gibi duvarları elek dolu isimler var. Onyevu diye bir afro-american aldılar, adamın eli ayağına giriyor iki top gelince. Bence çok köklü bir devrim yapmaları gerekiyor ama onu yapacak isimler Patricia D'addario civarında dolaşıyorlar. Sonları hayır olsun.
Tüm bunları gördükten sonra CL'de Milan'ın 1, Inter'in 2. torbada olması anormal tezat oluşturuyor. Beşiktaş yatıp kalkıp 1. torbadan Milan gelsin diye dua etmeli bence.

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Kahin Bülent Uygun



"Benim 5 türlü planım vardır. Bu plan gideceğim yerle ilgilide 5 türlüdür, kendimle ilgilide 5 türlüdür. Yani sadece bir plana bağlı hareket etmem. Dolayısı ile 5 türlü plan yaptığım ortamda bu takımın kurgusuna, yapısına ve hedefine götüre bilecek şekilde transferler yapılacaktır. Hangi platforma gideceksek ona göre transfer yapılacaktır. Tabi ki burada hemen eleştiri yapmak isteyen arkadaşlar olacaktır. Bizim ülkemizde herkes futbolu çok biliyor ya. Onlara da bir laf söyleyeyim; evet 5 yeriz, 7 yeriz ama 6 yemeyiz. 7 yeriz, 9 yeriz ama 8 yemeyiz."

Bülent Uygun 2 Mart 2009 tarihinde maraton.com.tr'ye verdiği röportajda böyle demiş. O "5" türlü planın içinde acaba Avrupa Kupalarında "5" yemek de varmıydı diye sormak isterdim ama zaten cevabı kendi vermiş 5 yeriz demiş. İnsanın kendisini ve kapasitesini bilmesi güzel, özellikle bunu taa aylar öncesinden öngörebilmek sadece liderlere özgü bir yeti olmalı. Kendisini tebrik ederiz...

Ancak güzel bir söz vardır "Büyük lokma ye, büyük laf konuşma" diye şimdi birisi çıkıp "4 yeriz, 6 yeriz ama 5 yemeyiz" derse altından kalkamazssın!

Yine de bir Türk takımının Avrupa hezimetini kelam edecek değiliz, canı sağolsun Sivas'ın...

28 Temmuz 2009 Salı

Ulemadan inciler-2



Aslında ikinci posta diye başlık attım ama bu konuda son defa yazacağım. Geçen yazımda da bahsetmiştim, ben Mehmet Demirkol'u okumaktan ciddi anlamda zevk alan bir futbolseveri(di)m, İletişim yayınlarının Türk futbol tarihinin en efsane yazılarını bir araya getirdiği "Dünya Kupası" isimli kitapta yazdığı Alman güzellemesinden tutun daha önce bahsettiğim kupa yazıları konulu kitabına kadar ince ince okudum. Hem de birkaç kez...

Şimdi kendisinin öle halim selim bir okuyucusu sıfatıyla diyorum ki, benim bildiğim Mehmet Demirkol bu değil. Ayağı yere sağlam basan, anlattığını, yazdığını insanlara inandırma garantisi veren havasından artık çok uzak. Bilmiyorum belki de alaturka yazarlıktan sıyrılmanın bedelleridir, ama artık çok net bir konu var ki Mehmet Demirkol soyadı gibi sert olamıyor, yazısındaki "ben dedim kardeşim" tavrı kayboldu.

Bunun sebeplerini aslında uzun uzun anlatmaya gerek yok. O havayı kaybettiğini kendisi de farkettiğinden dolayı farklılık yaratma amaçlı yorumlara daha fazla yer vermeye başladı. Fakat farklılık yaratmak için uğraşırken açık konuşacağım eline yüzüne bulaştırdı herşeyi.

Ferrari eleştirisiyle çıktığı yol o kadar gereksiz ve anlamsızdı ki aldığı tepkileri kendi vicdan muhasebesinde de doğru bulmuş olacak ki "Ben size Macaristan'ı yenemezsiniz demedim" minvalinden yazılar yazamadı. Olayın üzerine gitmedi, Fenerbahçe transferlerine yöneldi. İlk evvela "iyi seçenekler" başlığıyla Fener'in yeni transferlerinin takıma olacak olan katkısına ve alternatifli kadroya değindi hatta,

"Santos, Konfederasyon Kupası’nda vasatın oldukça üstünde bir performans çizdi. Hızlı, ayaklarına hakim, cüretkar bir oyuncu. Hücum yönünün savunmasından çok daha parlak olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Güiza ve Alex’in oyununu dripling ve koşularla tamamlama ve üçgeni oluşturma konusunda Uğur’dan daha teknik bir tercih olacaktır. Ancak fazlasıyla Brezilya stili oynaması nedeniyle, Avrupa futbolunun özellikle sertliği ve temposuna uyum sağlaması ve oyun devamlılığına kavuşması için süreye ihtiyacı olabilir. Bu yönde kendisini tamamlaması gerekiyor.
Sonuç olarak Fenerbahçeliler ismi büyük oyuncuları bekliyor olsalar da, Güney Amerika’dan getirilebilecek iyi seçeneklerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.


diyerek bir nevi yeni transferleri çok beğendiğini, Brezilya'dan alınabilecek en iyi seçenekler olduğunu belirtti.

İşte tam da bu yazı tepkilerin odak nokası oldu. Olması da gayet normaldi, zira o derece bir Ferrari kötülemesinden sonra yazılan bu yazı zaten hali hazırda verilmek içinde elde beklenen "Fenerbahçeli yazar" yaftasını yapıştırdı boynuna. Ben yukarıda belirttiğim vicdan muhasebesini bu dönemde yaptığına inanıyorum zira bugün yazdığı yazı tam da "bakın fenerbahçe yazarı değilim, istediğim zaman onları da eleştiririm" yazısı. Başlığa bakarmısınız;(Fenerbahçe'nin yeni transferlerini kastederek) "Bu para etmez" popülizm değil de nedir? Bu para etmeyeceğini söylediği oyuncular, bir önceki yazısında Brezilya'dan alınan en iyi seçenekler dediği Cristian ve Dos Santos. Diyor ki Demirkol;

"Andre dos Santos’un bilinen bir önceki bonservis ücreti 400 bin euro. Cristian Baroni’nin 350 bin. Bundan önceki kulüplerinden aldıkları yıllık ücretlerse bu rakamların da altında...
Bu rakamlar yüzde yüz doğru olmayabilir. Çünkü Brezilya’da da bizimkine benzer şeffaflıktan uzak bir ekonomik hal mevcut. Ama üç aşağı beş yukarı rakam bu... Onun da ötesinde Dos Santos’un bonservisi kaç kişinin elinde, Fenerbahçe verdiği parayla 26 yaşındaki oyuncunun bonservisinin kaçta kaçına sahip oldu, bunları çok bilmiyoruz.
Bildiğimiz şu. Bu iki oyuncu, hem maaş hem de bundan önceki bonservislerinin 10 ila 20 katı fazla paraya transfer edildi. Zaten açıklamaları da dürüstçe bu yönde: “Öyle bir teklif geldi ki, hayır diyemezdik!"


Eh be birader bu yazı oldu mu şimdi? Durumu kurtarmak için baltayı resmen taşa vurmuşssun. Maddelerle açıkliym.

*Önceden bonservisi düşük olan bir oyuncuya zaman geçtikçe fazla bonservis ödenmesi kadar doğal ne olabilir? Cristiano Ronaldo için İspanyol bir spor yazarı "bu adamın bir önceki bonservisi 15 milyon euro idi şimdi bilmem kaç katına transfer ettik" dese, sana ne derece mantıklı gelir?

*Eskiden yüksek olan bonservisi ucuza almak daha "rahatsız" edici bir durum değil midir? Bu durum onun kalitesinin düştüğünü gösteren dinamiklerden biridir değil mi?

*Peki Dos Santos'un bonservisi 400 bin euro iken tam da senin bir önceki yazında bahsettiğin gibi Konfederasyon kupasında "vasatın çok üzerinde"(ki bu iyi oynadı demek) perfromans göstermesi fiyat artışı için gayet doğal bir sebep değil midir?

*Güney Amerika'dan senin tabirinle "alınabilecek iyi seçenek"in fiyatı bir önceki transferine göre yüksek olması çok mu anormal? Sonuçta oralardan adam getirebilmek belli maliyetler gerektirmiyor mu?

Mehmet Demirkol bence kaş yaparken göz çıkartan bir yazı yazmış. Yani şu iki yazısını yan yana koymasını, Ferrari için yazdıklarını ve söylediklerini toparlamasını ve benim gibi onlarca insandan gelen şikayetleri bir araya koyup tekrar bir vicdan muhasebesi yapsın ancak bu muhasebeyi yaptığı dönemde mümkünse yazı yazmaya ara versin, zira yazdığı yazılar öğle yemeğine çıkmadan 10 dakika önce başlanmış ve arkadaşlarının "mehmeett yemeğe çıkıyoruz" diye seslenmesiyle "bitiriyorum abi iki dakka bekleyin" sözleri sonunda toparlanmış havası veriyor.

Bu yazıdıklarımı nasıl algılayacağını bilemem, ancak şunu söylemek istiyorum bunu sadece spor sevgisi yüzünden yazı yazan bir "eski" okurunun serzenişi olarak algılasın. Almanya'dan teyzesinin getirdiği kramponlar üzerine yazılmış o müthiş yazıyı bugün yazılan elli tane Mehmet Demirkol makalesine değişmem. O amatör ruhu yeniden yakalaması dileğiyle...

25 Temmuz 2009 Cumartesi

2010 yolunda Denizli ve Beşiktaş


Hep sorulur ya "sizce şampiyonluk yolunda dönüm maçı neydi?" diye, herkesin kendince cevabı vardır çoğunlukla da doğrudur, ulan hakkaten önemliydi o maç da deriz. Benim de geçen yıl için bence dönüm maçı diyeceğim maç deplasmanda oynanan Gaziantep maçıdır.

Hiç unutmuyorum maçı izlemek için bir arkadaşımızda toplanacağız. Günlerden Cuma, iş çıkışı direkt adrese gideceğim yolda spor radyolarından birini dinliyorum(zaten ben bu spor radyolarını sadece yolda dinliyorum, artık sadece radyo dinliyorum diye yazarsam anlayın ki yoldayım). Maç öncesi yorumlar ve röportajlar falan var stattan canlı. Ligin 2. yarısı yeni başlamış Beşiktaş'ın son iki maçı(Konya-Trabzon) hüsran. Özellikle o kadar puan gerideyken içerde şampiyonluğun en güçlü adaylarından! Trabzon'u yenememek cinayet anlamını taşıyor, bitmek üzere Beşiktaş.

Her neyse tekrar radyodan aktarılan maç öncesi yorumlara dönüyorum. Hayalle karışık hatırladığım bir kaç yorumdan sonra Bağış Erten'i buluyorlar. Ender sevdiğim Fenerbahçeli yazarlandandır kendisi, epey de beğenirim yorumlarını. Tabata'nın yokluğundan dem vurulmasını, "eğer Delgado'nun olmayaışını değil, Tabata'nın olmayaşını sorguluyorsak Beşiktaş için işler iyi gitmiyor demektir" diye yorumluyor ve ekliyor. Beşiktaş'ın dönüm maçı (net kelimeleri hatırlamasam da) ama bence şampiyonluk iddiasını burada bırakır minvalli birşeyler söylüyor. Puan durumu+takımın durumu+maçın zorluk derecesi bir anda gözümün önüne geliyor. Normal şartlarda ağız dolusu küfür edeceğim bu yorum olabildiğine mantıklı geliyor, o anda trafik+kalbim sıkışıyor, bir hüzün senesinin daha arifesinde olduğum aklıma geliyor geriliyorum... 3 kutu düşünürken 6 kutu bira alıyorum ve basıyorum zile...

Maçın ilk 3 dakkasını kaçırmışım, girince çocuklarla da paylaşıyoruz herkesin yüzünde mevcut sebeplerden bir sıkıntı. Küçücük bir odada 8 kişiyiz... 6 biranın 4 tanesini ilk devre içiyorum. İçelim ki unutalım, zira henüz gol yok, olmadığı gibi Antep daha baskın.

İkinci yarı başlıyor, 48 Nobre, 51 Tello! 8 kişi oda da alt alta üst üste. Kalan iki bira da o ara bitmiş. Salondan votka geliyor, yoğun sigara dumanı altında alkole devam, 87 tekrar Nobre ve 3-0. Bu arada alkolün etkisiyle çiçek gibiyim. Sadece sırıtıyorum. Kafayı toparlamam gerekli, puan durumu+şampiyonluktan kopmamak+önümüzdeki hafta maçı vs... Yok olmuyor sırıtıyorum. Fakat Beşiktaş daha sonra 3 hafta üst üste galip gelerek meşhur Sivas maçına çıkıyor, gerisi de zaten malum.



Yazının girizgahı daha da önemlisi bir maç anısı için fazla uzun oldu farkındayım fakat "geçmişini bilmeyen" sözleriyle başlayan meşhur bir atasözü var o yüzden dönemecin ne olduğunu hatırlatmak istedim.

Geliyorum asıl konuya, geçen yıl bu anlattığım maç ikinci yarının üçüncü, ama o dönemin 4. maçıydı(ilk yarının son maçını ikinci devre başında oynatmışlardı). Ernst'in, Yusuf'un henüz geldiği dönemler. O maça kadar tıpkı yukarda anlattığım gibi kara bir tablo var ama o maçla beraber her şey farklılaşıyor. Peki bu yıl ne olacak? Önce başa bir dönemlim


MUSTAFA HOCA BIRAKIYOR!

Öncelikle şunu söylemeliyim. Mustafa Denizli ile ikinci defa anlaşıldığında içimde bir yerlerde bi sıkıntı oluştu. Hocayı sevmediğimden değil de anlaşılma biçimden. Malumunuz hoca sezon sonunda devem etmeyeceğini söyledi başkana. 3 büyük kulübü şampiyon yapmış tek hoca olarak bitirdiği sezonun keyfini Çeşme'de rakı-balık eşliğinde çıkarmak istyordu, artık strese gerek yoktu. Kendince haklıdır hoca bu kararında bence.



Fakat karar anından itibaren yer yerinden oynadı. Demirören'in uykuları kaçtı, Mustafa Hoca giderse ne yapacaktı? Basın+taraftardan tepki gelecekti. Yeni hoca bulunması, adapte edilmesi vs.vs. çok zor geldi başkana. Hemen telefona sarıldı Mahmut Özgener'i aradı "Mustafa hoca gidiyor, lütfen birşeyler yapalım!". Merak etme Yıldırım elbirliğiyle döndürürüz hocayı. Özgener telefonun ahizesini yerine geri koymadan hemen çevirdi numaraları.

Mustafa Denizli'nin kankası Vatan gazetesi spor müdürü İbrahim Seten'i aradı. "İbocum, Mustafa Hoca ayrılacakmış, Yıldırım aradı toparlanalım", ordan Şansal Büyüka'ya giden telefon ve toplanan konsey tacizlere başladı Mustafa Denizli'yi. Gerisi hepimizce biliniyor geldi imza attı. Benim de aklıma zorla ...'dan doğmayacak çocuk aklıma geldi.



Gereksiz panikten zoraki de olsa anlaşma yapıldı ama ben hocanın motivasyonunun ne durumda olduğunu merak edip duruyorum şu anda. Malum Şampiyonlar Ligi oynayacağız kendisinin bu konuda sicili oldukça kabarık, geçen yıl arkasında duran, sezon başında dönmesi için türlü kulis yapan konsey bu yıl yanında olmayabilir. En basitinden İbrahim Seten'le küstüler. Geçen yıl hiç yemediği medya baskısını bu yıl yerse nasıl bir sonuç çıkar?.. Bu baskıyı kaldırabilir mi? Yoksa sezon ortasında yok arkadaşlar olmadı ben Çeşme'ye gidiyorum der mi?

YA BU SENE?



Ben, tüm iyimserliğimle bu yıl başarılı bir sezon geçireceğine inanıyorum Beşiktaş'ın. Transferler çok anormal değil, hatta gereksiz bir ayrıntı olsa da benim önem verdiğim bir hareketi var hocanın. Quaresma gibi bir yıldızın kendisine teklif edilmesine rağmen hocanın "istediğim adam değil" diyerek teklifi geri çevirmesi, sistem üzerine kafa yorduğunun göstergesi. Kadronun genişliği en büyük avantajlarından biri. Daha da önemlisi sorgusuz sualsiz tüm yetkinin kendisinde, istediği oyuncularla oynayacak, yani tüm sorumluluk şu anda üzerinde. Şampiyonluk için gerekli onlarca dinamikten sezon başı için geçerli olanlarının bir çoğuna sahip Mustafa Denizli.

Bu sezon yazının başındaki gibi dönüm maçlarının aktörü olmadan dümdüz bir yolda ilerlemesi bekleniyor Beşiktaş'ın. Fakat şöyle bir gerçek var, geçen yıldan çok daha zor bir şampiyonluk mücadelesi bu. Özellikle de geçen yıl karşılarına çıkmayan bazı engellerin level atlanılan oyun gibi bu yıl karşılarına çıkacağını hesap edersek Mustafa Hoca'nın sinirlerinin çelik gibi olması gerekli. Aralık ayında da Çeşme hiç çekilmez!

23 Temmuz 2009 Perşembe

San Marino yapıyor, ya biz?

"Sportif başarının önem derecesi ve sonuçları her coğrafyada farklı algılanır. Kimi ülkeler siyasi ve politik alanda alamadıkları başarıları spor sahalarında ararken, kimi ülkeler salt bir spor müsabakası ve onun başarısı gözüyle bakarlar bu mücadelelere. Bu gibi durumlarda aklıma hep 80’li yıllardaki Türk Milli Takımı gelir. Hani Avrupa futbol sahnesinin en zayıf takımıyken aldığımız bir Demokratik Almanya galibiyeti ile “Avrupa Birliği’ne futbolla girdik” minvalli başlıkların atıldığı dönemler... O günlerden sonra ciddi bir sportif kalkınma ve bilinçlenme ile 20 yıl içinde belki de Avrupa’nın bu alandaki en büyük atılımının gerçekleştirilmesi... “Nasıl oldu?” sorusunun cevabı çok basit aslında; Var olan potansiyelin edinilen tecrübeyle birlikte bilinçli bir şekilde işlenmesi ve açığa çıkarılması. Bu durum Türkiye’nin bir şansıydı, çünkü futbolda ne kadar geri kalmış olursak olalım bilinçlendiğimizde kullanabileceğimiz bir hammaddemiz yani insan gücümüz her zaman vardı.


Ya o insan gücüne, o potansiyele sahip olamayanlar? Onlar 2000’li yıllarda 80’lerdeki Türk Milli takımı tadını veren, futbol kalitelerini geliştirmek için belki o zamanki Türkiye’den bile çok çabalayan ama elde olmayan sebeplerle belli mesafelerden ileriye gidemeyen ülkeler...
İşte San Marino bu konudan bahsedilirken akla gelen ilk ülkelerden biri, belki de ilkidir. Avrupa futbolunu milli takımlar düzeyinde takip edenler onların ismini birçok Avrupa ülkesinden daha çok duymuştur, farklı mağlubiyetlerinden ve başarısızlığından sebeple... Avrupa ve Dünya şampiyonası elemelerinde aynı gruba düşülmüş ise grup puan hesaplamaları yapılırken geri kalan 52 Avrupa ülkesi tarafından da karşısına 6 puan yazılan, Avrupa futbol tarihine 13–0 gibi flaş skorlar armağan eden. Daha da önemlisi hasbelkader berabere kaldığı takımların teknik direktörlerinin kariyerleriyle oynayan bir ülkedir San Marino.


İtalya’nın Ortadoğularında bir yerlerde konuşlanmış, Çizme’nin yüzlerce kasabasından biri büyüklüğünde, 30.000’lik nüfusuyla, mahalle maçlarında ağabeylerin arasında küçücük boyuyla çırpınan, istekli ama güçsüz çocukları andırır. Zaten bütün bahtsızlığı da küçüklüğündedir, potansiyelsizliğinde yani. Yoksa kıtanın geri kalanından ne futbol hevesi ne de sevgisi bakımından hiçde farkları yoktur. Hani yüz ölçüm/mevcut spor alanı oranını rakamlaştırdık mı birçok Avrupa ülkesini geri de bırakacak kadar da önceliklidir spor, ya da futbol diyelim, zira San Marino sporu şimdilik futboldan ibaret...

Bilinenin aksine San Marino en eski Avrupa devletlerinden biri. Hatta Dünyanın ilk cumhuriyet ülkesi olarak kökeni 300’lü yıllara dayanıyor. Küçüklüğünden sebeple de çok fazla kaale alınıp savaşılmadığı için köklerini koruyabilmiş ve bugünlere getirmiştir. Dolayısıyla ülkenin futbol tarihi sanıldığı gibi 15–20 yıllık değil tamı tamına 78 yıllıktır. Evet, San Marino futbol federasyonu duyanları şaşırtan bir olgunluğa sahip olarak 1931 yılında kurulmuş. Fakat federasyonu kurduktan sonra yetkililerin aklına bir milli takım kurmak 55 yıl sonra gelmiş.


Yani San Marino futbol federasyonu sadece resmi kuruluşunu ilan eden bir kaç resmi evraktan ibaretmiş bu süre boyunca. 1986 yılında derme çatma bir federasyon binası ve aynı sıfatta bir milli takım ile Kanada Olimpik milli takımının karşısına çıkmışlar ve 4-0’lık bir mağlubiyetle merhaba demişler futbol yaşantılarına. Bu gayrı resmi karşılaşmadan sonra San Marino futbol federasyonunun ilk hedefi UEFA tarafından kabul görmek olmuş. Yapılan ısrarlı başvurular sonucunda San Marino kendi gibi birkaç mikro devlet ile beraber 1988 yılında UEFA ve FİFA bünyesine kabul edilerek ilk emeline ulaşmış. Bundan sonrası herkesin yakından bildiği bir hikaye. 1-0’lık Liechtenstein galibiyeti, deplasmanda Letonya ve kendi evinde Türkiye beraberliği. Geri kalan ise sadece hüsran...


San Marino ile ilgili asıl merak edilen ise işin perde arkasındaki kısmı. Madalyonu tersine çevirdiğimizde hiç de dışardan görüldüğü gibi içler acısı bir durum yok. San Marino futbolu 1988 yılını milat kabul edersek gelişiminin en başlarında henüz... Özellikle zihinlerdeki, “Dünya Şampiyonu ülkenin topraklarının tam ortasında bulunup, bu kadar başarısız olmanın sebebi” sorusuna verdikleri cevaplar tatminkar. İtalya’daki lisanslı sporcu sayısı San Marino’nun nüfusunun çok çok üzerinde, San Marino sınırlarında ise sadece 700 lisanslı sporcu var. Sonuç en başta bahsettiğimiz potansiyel konusuna geliyor. Yani İtalya sınırlarında olmak onlar için hiç fark etmiyor, çünkü İtalyanların suyunu içen vatan evladı çok az... Bu hiç yok anlamına gelmiyor tabii ki.


Ülke federasyonu resmen kurulmadan önce, İtalya’da yetişen oyuncuları var. Bunlardan en önemlisi Massimo Bonini: 80’li yıllarda yedi yıl boyunca Juventus forması giymiş, bu takımla Şampiyon Kulüpler finali oynamış ve San Marino vatandaşı olmasına rağmen özel izinle İtalya milli takımına seçilerek o formayla ter dökmüştür. San Marino resmen tanındıktan sonra ise 30’lu yaşlarını çoktan geçmiş olmasına rağmen. Milli takım formasıyla mücadele etmiş, daha sonra da teknik direktörlük koltuğuna geçmiştir. San Marino’da futbol oynamaya başlayan her genç oyuncunun en önemli idolüdür Bonini...
San Marino futbol federasyonunun önündeki ilk hedeflerinden biri ismiyle birlikte anılan ulusal takım kimliğinden sıyrılıp, kulüp seviyesindeki takımlarına dikkat çekebilmek. Kulüp bazlı yetiştirilen oyuncuların ülke futbolunu ileriye götüreceğinden çok eminler. Bunun için kulüp takımlarına ciddi teşvik ve vergi indirimleri yapmışlar. Kulüpler de sponsorlar yardımıyla transfer yoluna gidiyorlar.


Şampiyonlar Ligi ve UEFA kupası öne elemelerinde boy göstermeye de başladılar. Henüz tur atlayamamış olsalar da özellikle S.S Murata isimli takımları bu alanda en çok tecrübe kazanan kulüp. Çünkü takıma eski Breziyalı yıldız 43 yaşındaki Aldair’i transfer ettiler, ama teknik direktör olarak değil, futbolcu olarak! Yakın zamanda da Romario’nun peşine düşmüşlerdi ancak asıl bombayı eski Dünya Şampiyonu Formula pilotu Michael Schumacher’e futbolculuk teklif ettiklerinde patlattılar. Murata kulübü bu yolla adından söz ettirerek sponsor bulma sürecini hızlandırdı ve Aldair, Romario gibi futbolcuların geniş tecrübelerini kullanmak istedi. Bunun sonuçlarını önümüzdeki dönemlerde nasıl alırlar bilinmez ama San Marino futbol federasyonu bu uygulamalardan umutlu.

Aslında kulüp bazındaki en önemli takımları San Marino Calcio İtalya Serie C-2 liginde mücadele ediyor. Ülkenin milli takım da dahil en eski futbol oluşumu olan kulüp San Marino liginin tamamen amatör kabul edilmesinden sebeple 1988 yılından beri İtalyan liginde yer alıyor ve San Marino’nun tek profesyonel kulübü olarak biliniyor. Federasyon yetkilileri ülkenin futbol geleceğini de bu temele oturtmuş, yani sürekli olarak bahsettiğimiz potansiyelsizliği aşmak için içinde bulundukları toprakları yani İtalya’yı kullanmaya karar vermişler.


Ülkenin çeşitli bölgelerinde kendi çaplarında oluşturdukları scouting sistemi ile İtalyan devlerinin tenezzül etmediği daha az yetenekli gençlere yönelerek onları San Marino Calcio alt yapısına kazandırmayı oradan da yeni kurulan under 21 milli takımının yollarını açmayı planlıyorlar. Federasyon basın sözcüsü Elisa Felici bu konuda yaptığı açıklamada, “amacımız tabii ki İtalya olmak değil, ilk hedefimiz biraz üzerimizdeki takımlar ile başedebilmek. Bunun içinde İtalya’da bulacağımız genç isimlerle bağlantıya geçiyoruz ve onları 21 yaş altı milli takımımız için teşvik ediyoruz. Bu konu da İtalya futbol federasyonundan da destek alıyoruz” diyor.

Bu sitemin başarılı olma olasılığı çok yüksek, çünkü San Marino henüz başlangıç aşamasında olduğu futboldaki potansiyel sorununu Dünya’nın en büyük futbol ülkelerinden birinden insan gücü temin ederek gidermeye çalışıyor. Sonuç olarak San Marinolular’ın göründüklerinden çok daha bilimsel çalıştıkları aşikar. Üzerlerinde büyük beklentilerin getirdiği baskı da olmadığı için bu konuda zamana yayılarak çalışabiliyorlar.


80’li yılların San Marinosu olan Türk Milli takımının üzerindeki inanılmaz baskıya rağmen gösterdiği gelişimi San Marino’nun daha kolay şartlarda yapması çok olasıdır. İlk kornerlerini bize attılar diyerek kendimizi küçümsediğimiz, gerçekte ilk kornerleri olmasa da, ilk gollerini ve uluslararası alanda ilk puanını bizden alan San Marino’nun bizim henüz nail olamadığımız bir de İngiltere golü var, hemde 8.3 saniyede atılıp Dünya Kupası elemelerinin en hızlı golü rekoru kırılarak.


San Marino bir üst kademeye nasıl ve ne zaman geçer orası meçhul, ancak gerçek olan bir şey var, o da: 10 yıl sonra, kalesinde semt kasabı, forvetinde mahalle manavı olmayacağıdır. Çünkü onlar, geleceğin alt yapısını ve profesyonel futbolcularını çoktan yetiştirmeye başladılar. İtalyanlar’a neden benzemedikleri sorusuna verdikleri teknik cevapların sonunda üzerine basarak söyledikleri gibi orası “Serenissima Repubblica di San Marino” yani çok huzurlu San Marino Cumhuriyeti, orda futbolun sadece futbol olan yanını bulabilirsiniz, gerisi için ülkeden dışarı çıkmanız gerekecektir…"


Bu yazıyı geçtiğimiz aylarda bir gazete için yazmıştım. Güzel bir araştırma oldu. Hatta üniversite tezim, lütfen yardım edin geyiğiyle San Marino Futbol Federasyonuna bir dizi soru maili atmıştım, saolsunlar yanıtladılar ve bu yazıdaki bir çok detay onların cevapları sayesinde gün yüzüne çıktı.


Şimdi bu yazıyı tekrar buraya koymamın farklı bir sebebi var. San Marino'yu bir sembol olarak kabul edelim. Az gelişmişliğin(futbol için konuşuyoruz) sembolü olarak. Ancak bu az gelişmişlikle kaderci yaklaşımlar yerine yukarıda anlattığım gibi inanılmaz çözüm yollarıyla mücadele yolunu bulmuşlar, çok da doğru yoldalar.


Ya biz ne yapıyoruz? Binbir sıkıntıyla çıtasını yukarılara taşıdığımız futbolumuz için planlarımız neler? Bu çıtayı daha yukarı taşımak, ya da hadi geçtim, mevcut durumunu korumak amacıyla federasyonun öngördüğü önlemleri merak ediyorum. Çok açık söyleyeceğim, rezilce geçen transfer döneminin bu sığlığı içinde futbolumuzu yönetenler futbol refahımız için ne düşünüyorlar?

Sesimi nasıl duyururum bilmiyorum ama San Marino Futbol Federasyonu'nun tenezzül edip yolladığı cevapların bir benzerini ben Futbol Federasyonundan talep ediyorum ve Federasyon başkanımıza-Milli Takımlar teknik direktörümüze soruyorum; Türk futbolunun geleceği için "en basit" anlamdaki planlarınız nelerdir? Örneğin;


*2000'lerin başındaki jenerasyonun kaybıyla oluşan Milli Takım sıkıntısı için ne öngörülüyor?


*Takımda Brezilyalı orta saha yerine, yerli bir ismin yıldız kıvamına gelmesi için teknik anlamda nasıl bir çalışma yapılıyor? Genelleştirmem gerekirse, eksik olan yönlerimiz için mesela, yıllardır çıkartamadığımız sol bek için Milli Takım hocası-hocaları, kulüp takımlarıyla koordineli çalışıyorlar mı? Kulüp takımlarından böyle bir talepleri var mı?



*Gurbetçi futbolcularla ilgili Milli Takımlar hocasının bazı çalışmaları olduğunu biliyoruz, ancak daha detaylı, örneğin sadece onları izleyecek, hatta haftalık takip edecek bir sistem mevcut mu?


Yukarıda sorduğum 3 soruyu sadece derdimin ne olduğunu anlatabilmek adına örnek olarak verdim. Mutlaka ki bazı girişimler, programlar, hedefler vardır ama dediğim gibi istediğim ve arzuladığım bunları bilebilmek.



San Marino Federasyonu 5 soruya verdiği cevapla zihnimizde bir model canlandırıyorsa, bizim federasyonumuz da yapabilir... Bir kaç yıl sonra San Marino gelip bizi evimizde yenerse şaşırıp şaşırmamam gerektiğini de bu cevaplardan çıkaracağım. Çünkü birileri birşeyler yapıyor...

21 Temmuz 2009 Salı

Mehmet Demirkol!

Ben bu vatandaşı ilk defa 2002 Dünya Kupası münasebetiyle Kore ve Japonya'da yaşadıklarını Radikal gazetesi için gün gün kaleme aldığı ve daha sonra kitaplaştırdığı müthiş güzel yazılarla tanıdım. Kitabı okurken aldığım keyifin yanında bol bol da kıskandım kendisini. Kafasına göre akredite olup gittiği maçlar, seyahat yazarlarnınkini aratmayacak derecede enteresan yol hikayeler, süper diyaloglar vs. vs.. Velhasıl herkesin okumasını salık verebileceğim bir kitap gayet keyifli...



Bu, Mehmet Demirkol ismini ilk duyduğum dönemdi. Daha sonraları Radikal Futbol sayesinde falan devem ettirdik ama o kitap bir milattı. Dolayısıyla kafamda hep o sevimli yazılarıyla kalmıştı. Zamanla işleri büyütü kendisi. Hıncal Uluç'un elinden tutmasıyla da zirve yaptı bir nevi. Hatta Ukuç'un anlatımıyla sadece dost sofrası olarak bilinen bir ritüele bile dahil edilmişti. Bir dönem 90 dakika programına da çıkıyordu abileriyle. Sonra ne olduysa Hıncal Uluç ile araları açıldı, birbirlerine zehir zemberek yazılar yazdılar köşelerinden okuduk ettik sonra ne oldu bilmiyorum. Uluç'un deyimiyle kendi sayesinde girdiği Milliyet'te devam ediyor Demirkol. Bir de malumunuz TRT'de pazar akşamları yaptığı program var...


İyi eğitimli, kültürlü, kafası çalışan bir insan portresi çiziyor Demirkol her defasında. Anlatmak istediği şeyleri ifade ediş biçimi insanda güven duygusu yaratıyor, çünkü kendinden emin, takılmadan ağır ağır anlatıyor. "Bu anlattığı kesin doğrudur" diyordur Demirkol'u dinleyen her kimse...


Galatasaray Liseli buna mukabil, okuldan tüyecek, deplasmana gidip olay yapacak derecede fanatik Fenerbahçeli... Fakat bunu hiç söylemiyor, asla Fenerbahçe yazarı değil, her devrin adamı derler ya işte onun gibi her takımın adamı. "Genel futbol yorumcusu" payesi aldığına inanmasından mütevellit her takımı eleştirme hakkına da sahip. Onu bu manada ukala bulanlar var, doğrudur yanlıştır bilemem ama ben pek ukala bulmuyorum...


Ancak yetersiz ve yersiz buluyorum. Mehmet Demirkol'un futbol bilgisini sonuna kadar sorgulamak istiyorum. Futbol bilgisinden kasıt, saha içindeki dizilişten taktikten teknikten ibaret değil bunların da dahil olduğu genel bir bilgi darağacı bahsettiğim. Örnedğin futbol endüstrsi hakkında bildiklerinin son derece sınırlı olduğuna inanıyorum. Ha kalkıp birisi ya da kendisi tersini bana idda ederse o zaman üzülerek Mehmet Bey'i açık açık taraf tutmakla, belli takımların düşmalığını yapma popülistliğine bulaşmakla itham edeceğim...


Geçtiğimiz yıl ligin son 3 ya da 4 haftası sanırım. Demirkol'a karşı yıllar önce duyduğum sempati nötr bir duruma dönüşmüş, müspet-menfi bir düşüncem yok kendisiyle ilgili öyle bir dönem yani... Ligin o haftasına Beşiktaş liderliği ele geçirmiş kalan hafta maçları için TRT' de yorumlar yapılıyor. Görünen Beşiktaş'ın yakaldığı avantajı sonuna kadar götürüp şampiyon olacağı yönünde. Futbol ulemaları yayında başlıyorlar görüşlerini aktarmaya. Demirkol öyle konuşmalar, öyle açıklamalr yapıyor ki önce kulaklarıma sonra onu yorumlayan beynime inanamıyorum! Beşiktaş'ın son üç haftada alacağı sonuçlarla ligi ancak 2. bitirebileceğini hatta 3. dahi olabileceğini belirtiyor.(bu arada mağlubiyet sayısını da vermişti ama unuttum ancak, Beşiktaş'ın 3. olmasına yetecek derecede sanırım 2 mağlubiyet, 1 beraberlik tarzı bir tahmindi)


Programı babamla izlerken birbirimizin suratına bakıyoruz başlıyoruz gülmeye. Neye güldüğümüz belli değil ama... Babam muhtemelen "ne salak adam, bu söylediği mümkün olabilir mi hiç" diye düşünürken, ben ne zeki adam zamanı ve mekanı ne kadar iyi biliyor diye gülüyorum. Velhasıl herkes değişik sebeplerden de olsa gülüyor Mehmet Demirkol'a, çünkü söylediği şey an basitinden komik. Fakat benim babamla aramda bir fark var, ben Demirkol'u iyi tanıyorum. Yani bu adam asla ve asla salak değil. Tam tersine gayet akıllı ve de zeki, peki neden bu tahminleri yapıyor? Düşünmek lazım...
Her neyse sonuçlar Demirkol'un tahmin(umut) ettiği gibi olmuyor ve Beşiktaş şampiyon oluyor. Geçiliyor yeni sezona. Malum hemen transfer dönemi başlıyor. Demirkol bu defa yaz programı münasebetiyle NTV SPOR'da Fuat Akdağ ile program yapıyor. Transferler birbiri ardına ortaya çıkıyor, Beşiktaş medya tarafından en pasif, gerçekte en gerekli ve olumlu transferleri yaparken yer zaman mükemmelliği konusunda rakip tanımayan Demirkol, Ferrari transferinin yapıldığı dönemlerde ortaya çıkan bol fikir ve yorum ortamının arkasına geçip başlıyor Beşiktaş'a ve Ferrari'ye sallamaya. Fakat söylemiştim çok zeki... Vurduğu yer aslında tam belaltı. Ferrari'nin bugüne kadar sağdan sola, soldan sağa bonservissiz gittiğini nasıl oluyor da Beşiktaş'ın o kadar para ödeyip transfer ettiğini sorgulamaya başlıyor. Devamında ise sürekli olarak bir Ferrari kötülemesi var. Gören görmeyen Demirkol 5 yıldır birebir Ferrari'yi izliyor... Her neyse Ferrari'nin iyiliğini tartışmayacağım ancak sayın Demirkol'u müthiş zeki şekilde bu transferi insanlara lanse edişini bir güzel anlatacağım.

Demirkol'un demesine göre Ferrari'ye bugüne kadar bonservis verilmemiş ancak Beşiktaş'a gelirken çok para ödenmiş, ne özelliği varmış? vs. vs. Mehmet bey, siz bu piyasayı ve transfer kriterlerini muhtemelen benim bildiğimden defalarca iyi biliyorsunuz. Ferrari Roma'ya giderken elbette bonservissiz gider, çünkü o takım Roma. Roma'ya kalkıp bu adamın bonservisi 4 milyon derseniz Roma o adamı almaz, çünkü elinde çok daha iyileri zaten vardır. Takımlar arasındaki kalite farkının doğurduğu bu fiyat uçurumlarını sizin bilmemeniz ne kadar enteresan?


Bugün Schevchenko'ya major kulüplerden biri 15 milyon Euro bonservis öder mi? Ödemez. Fakat Türkiye'den bir kulüp ödeyebilir. Bunun Ferrari transferindeki durumdan ne farkı var? Sizin gibi Avrupa ve Türkiye'deki farklılığı gayet net bilen bir kişinin bu farkı bilememesi ne kadar ilginç? Ferrari transferini her fırsatta üzerine basa basa detaylarıyla örnekleyip ya diğer takımlarda da var tabii diyerek o "diğer" takımları şöööyle bir es geçmenizi sizi izleyenler yer mi? Özer Hurmacı+Mehmet Topuz'un 20 milyon Euro'ya mal edilmesi sizi hiç mi rahatsız etmedi sayın Demirkol, neden bu kadar dile getirmediniz bu paraları? Yoksa jargona uyup, nasılsa sesi çıkmaz tepkisi azdır diyerek Beşiktaş'a sallamak daha mı kolay geldi? Bu konudaki eleştirilerinizi Fenerbahçe'nin daha önceleri minicik bonservislerle transfer edilmiş yeni Brezilyalılar'ı için de yapmanızı temenni ediyorum

Ulema'nın son bombası dün gece denk geldiğim programda patladı ve kendisi yine Ferrari'yi anamadan edemedi ve dedi ki Ferrari'yi Youla'ya sorun!!! Peki sayın Demirkol Servet'i, Lugano'yu da soralım mı Youla'ya? Yoksa Ferrari'yi bir de Del Piero'ya mı sormak gerekli.(bu yılki juve-genoa maçlarını bi izleseydiniz keşke bir zahmet, belki de izlediniz?).


Neyse, Ferrari'yi Youla'ya soracağız size söz veriyorum da sayın Demirkol, sizi kime soralım?