30 Mayıs 2022 Pazartesi

Yazdığın ve Yazacağın Tarih...



                                      



İspanyol gazeteci Manuel Jabois 2014 yılında, başlıktaki sözlerle başlamış efsanevi Real Madrid marşını yazmaya. Adeta Real Madrid'in kuruluşuyla ortaya çıkmış gibi bir tınıya sahip bu muhteşem marş Nadir Khayat'ın bestesiyle hayata geçmiş ve mehter mantığında maçlardan önce soyunma odasında çalınan bir motivasyon müziği olmuş...(dinlemek için 
https://youtu.be/Yc-7IQqcqeM ) Birazcık Real Madrid hayranlığı olanların bile tüylerini ürpertecek seviyede bu olan senfonik marş için yazar Jabois "tam olarak Madrid'i özetliyor, ya seversin ya da ..." tanımını kullanmış. 

Marşın giriş cümlesini başlığa taşıdım çünkü dinledikce şu soruyu sordum kendime, mesela bu sözler 1960 yılında bundan altmış iki yıl önce yazılsaydı giriş cümlesi yine bu olur muydu? Sanıyorum evet...

Bir kulübün neden çok büyük olduğunun kanıtıdır bu. Gezegenin açık ara en popüler sporunun gelmiş geçmiş en büyük kulübüyseniz bu sözlerinin ne zaman yazıldığı çok da önem arzetmez. Evet Jabois'in dediği gibi Real Madrid'i ya çok seversiniz ya da... Bu sadece İspanya sınırlarında değil tüm dünyada geçerli bir gerçeklik. Ancak! futbolu ucundan kıyısından bile takip eden hemen herkes bu kulübün başardıklarını içten içe de olsa takdir eder, etmelidir. 

Gün itibarıyla alışılmışın dışında az yıldızlı, yaşlanmış, doymuş vs. adlandırılan bir kadroya sahip Real, Z kuşağının sonsuz desteğini almış über yıldızlarını, milyarlık kadrolarını ve modern futbolun muhteşem taktisyeni hocalarını, Modric'in ara pası, Benzema'nın şutu, Casemiro'nun bitmeyen presiyle alt etti. Bence Real tarihinin en önemli başarılarından biridir bu sezon, Fatih Terim yayında birşey söylemişti, ki aynı şeyi son 16 turundan itibaren etrafımdaki arkadaşlarıma söylüyorum; Real Madrid'in genlerinde bu kupayı kazanmak var. Alfredo Di Stefano'dan Benzema'ya değişen sadece rakipler, düşünün ki Real Madrid'in şu anki kadrosunda bu kupayı 5 defa kazanmış 6 tane oyuncu var! Sadece bu durum bile Rafa Nadal'ın 13 Roland Garros zaferi gibi, Usain Bolt'un 100 metre rekoru gibi ikonik ve belki de sadece kendilerinin geliştirebilecekleri muazzam bir rekor...

Çok uzun etmeye gerek yok, Real Madrid bir kez daha ait olduğu yerde ve bir kez daha büyüklüğünü ıspatlıyor, kaptan Marcelo'nun da eline çok yakışan kupasıyla Hala Madrid!










24 Ekim 2020 Cumartesi




 Ahmet abiye saygı ve rahmetle. 


Muhtemelen 14 ya da 15 yaşındayım babanemin evinde uzak bir akrabanın kızı var yaşıtım, Tuğçe... Mahalleden sıkı bir arkadaşım tavsiye vermiş Bahtiyar şarkısını, amcamın kasetçi dükkanında denk gelip yapışmışım albüme. Babanemdeki kapaksız küçük teypte sürekli Bahtiyar çalıyorum. Tuğçe geldi yanıma sağcı mısın? solcu musun? Diye sordu. Afalladım kaldım. İkisi de değilim ama biri olmalıyım sanki gibi hissettim o an...

O zamanlar bu kavramlara uzağım, ama Tuğçe Fenerbahçe Lisesi’nde okuyor konuya hakim. Ahmet Kaya dinlediğim için siyasi bir fikrim olduğunu düşünüyor. Üzerinden 25 sene geçti sanıyorum hala öyle düşünülüyor. 

Ben öyle tanıdım Ahmet abiyi, kendimce tanıdıktan sonra da hep abi dedim yine kendimce. O yılların kısa zaman sonrası, amcamın kasetçi dükkanı format değiştiriyor yine kasetçi falan da markalaşmaya uğraşıyordu sanırım. Bu vesile ile dükkana açılış tertiplenmiş. Babamla birlikte çocukluk arkadaşım, kardeşim İbrahim’i alıp biz de açılışa gidiyoruz. Dükkan şekil, açılış kumanyası daha şekil. İboyla en sevdiğimiz ortam gömülüyoruz böreklere poğaçalara. Dükkanın kapısındayım yüzüm içeri dönük, bir anda birisi ittiriyor beni çekil gibisinden. Noluyo arkadaşım amcamın dükkanı burası diye döneyim derken izbandut denilen formda bir beyle karşılaşıyorum, hemen arkasından kısacık boyu koca göbeği ve sakalıyla Ahmet abi giriyor içeri. İzbandut korumasıymış Ahmet abinin, kendisini benden korumasına gerek yoktu halbuki. Gidip amcama sarılıyor hayırlı olsun Alpay diyor. Amcamın siyaset geçmişinden yakın arkadaşı Ahmet Kaya, babam bizi topluyor, gidelim diyor, “beni de tanırsa çok tutar şimdi...” babamın da bir dönem arkadaşı olmuş, amcam kadar ileri götürmemişler arkadaşlığı babamın siyasetle alakası yok zira. 

Çıkıp gidiyoruz o gün dükkandan. Sonra ki yıllarda Ahmet Kaya’yı paylaştığım arkadaşlarım oluyor benim. Biraraya gelip sürekli dinliyoruz, içiyoruz, dinliyoruz tekrar içiyoruz bu denklem çok uzun yıllar sürüyor. O zaman henüz dijitalleşememiş müzik piyasasında bütün albümlerini bulmaya uğraşıyoruz. Kaset- cd geçişinde hibrit bir koleksiyon modeli oluşturuyoruz hangi albümü hangi formda bulursak artık. Karışık kaset modasını Ahmet abiye uyarlıyoruz, best of şarkıları 90’lık tek kasete yüklüyoruz. Togay’la walkmenin kulaklığını paylaşarak bir akşam Caddebostan’dan Suadiye’ye sonra tekrar Caddebostan’a yürüyerek kaseti tamamlıyoruz. Sonra biraları toplayıp benim odamda dinleye dinleye sabahlar ediyoruz sevgililerimize şarkılardan sözler atıyoruz; Yıkar mı bizi bu yalancı ayrılık! Üniversite yıllarında arkadaşlarımın öğrenci evinde yanık sesiyle, bağlamasıyla Metin çalıyor biz söylüyoruz gecelerce. Bir zaman sonra 90’lık best of kaset çöp oluyor çünkü her şarkı best artık...

Bir akşam okuldayım, SMS’lerin kontör limitiyle paralel gittiği zamanlar. Metin’den mesaj geliyor “başımız sağolsun kanka” haydaa kim öldü? Liseden biri mi? Hocalardan biri olabilir? Metin’e ilk mesajda yazmadı diye de kızıyorum ufaktan, kim diye sorduktan sonra ah vah dicem haybeye 2 ekstra kontör gidecek. “Kim öldü oğlum” diye yazıyorum, Ahmet abiyi kaybettik diyor, kontörleri unutuyorum ne cevap verdiğimi hatırlamadan yanımda yakınımda olan arkadaşlarımla haberi paylaşıyorum hemen. Sallamayan oluyor, iyi olmuş diyen de oluyor, tartışacak kadar enerjim yok. Kantinde bir müzik kutumuz var, para atıyosun şarkı seçip çalabiliyosun bütün kantine. Kalkıp gidiyorum makinanın başına arıyorum herhangi bir Ahmet Kaya şarkısı bulamıyorum...

Magazin gazetecileri gecesinden sonra çok kızmıştım herkese, isim isim gitmiym hakkaten bilenmiştim. Dedim ya Ahmet Kaya’nın siyasi yönüne zerre takılmamışımdır ama bir insanın üzerine o derece gidilen organize bir linç de hiç hatırlamam, gerçekten de “ulan hepiniz ordaydınız be”. Devamı herkesin malumu, sürüldü ve sürgünde kalbine yenik düştü.  O akşam orada olan ve cidden uyuz olduğum bir magazin gazetecisi kadın ile birkaç yıl sonra bir kitapçıda karşılaşıyorum, gözlerime inanamıyorum çünkü eline alıp incelediği kitap Ahmet Kaya’nın hayatını anlatan vefatından kısa süre sonra çıkmış olan bir kitap. Yıllardır aklımda olanları söylemek istiyorum bi anda, yanına gidiyorum bütün efendiliğimle “xyz hanım siz de ordaydınız hatta çok önlerdeydiniz” diyorum. Ya diyo o günden sonra ben hiç kendime gelemedim yanlış anlaşıldım Ahmet’le ben çok yakındım halbuki, Ahmet, ben, Selda(Bağcan) Bodrum’da çok vakit geçirdik çok şarkı söyledik beraber çok üzüldüm diyor. Biz de o akşam üzülmüştük olsun, diyip ayrılıyorum yanından. Pişmanlık akıyor içinden çok belli. Yıllar sonra herkes çok üzülüyor zaten ama olan oluyor, biz Ahmet Kaya’yı canlı dinleyemediğimiz için kahrolurken 43 yaşında genç bir adamı memleket hasretiyle toprağa veriyoruz. Amcam son görüşmemizde “çok kilo almışssın oğlum dikkat et biraz” demiştim ben ona diyor. Ben kilodan mı acaba hakkaten diyorum...

Paris’e ilk gidişim, Disneyland, Eyfel, Montmartre planları yapılırken ben haritadan ivedilikle bugün halen adını söylemekte zorlandığım Pere Lachaise mezarlığını buluyorum. Bavulu otele atar atmaz metroya binip mezarlığa gidiyorum. Bir mezarlık için ne kadar pozitif yorum yapılabilir bilemiyorum ama Edith Piaf, Balzac, Oscar Wilde, Callas, Moliere, Chopin, La Fontaine, Jim Morrison, Yılmaz Güney ve tabii ki Ahmet abi o mezarlıkta yatıyor. Başlıktaki resim o günden... Olmasaydı, olmasaydı sonumuz böyle diyerek tüttürüyorum sigaramı...






22 Ekim 2020 Perşembe

 


                                TANIŞMA


                                              

Amazon'dan sipariş ettim yukardaki kitabı, memlekette yok, hayatımda ilk defa yurtdışından kitap getirttim, çok havalı :). Kitabı aldıktan sonra tanışmamız geldi aklıma, yazıya dökeyim dedim Maradona'yı anlatacak halim yok zilyon yazı vardır hakkında, zaten anlatmaya çalışssam yazıyla çok zor...

Bir büyük rakı, 2 paket Samsun sigarası dedi babam. Üsküdar Tunusbağı'ndaki apartmandan çıkıp yaklaşık 100 metre ötedeki bakkala gittim. Kahverengi etiketli Yeni Rakı şişelerini gazeteye sararlardı o zamanlar. Bakkal şişeyi sardı, dönüş yolunda şişeye sarılı gazeteye ilişti gözüm, bir gün öncesinin gazetesi, spor sayfasına denk gelmişiz şansa. İlkokul 1. sınıfı yeni bitirmişim, taze okuyucuyum yani, koca başlığı şişeyi döndürerek okuyorum yolda. "Almanlar Maradona'yı kilitleyecek" yazıyor başlıkta. Dünya Kupasının o günden önceki kısmını hiç anımsamıyorum ama Maradona'yı biliyorum duymuşum. Enteresan geldi nasıl durduracaklar ki? Çok iyi topçuydu Maradona, öyle biliyoruz... 

Final akşama, büyük rakının müsebibi o maç. Bir an seviniyorum, izleyeyim ben de maçı Maradona'yı görürüm!. Babam masaya kuruluyor, sofra hazır. Ben Arajntin'i, dürüst olayım Maradona'yı tutuyorum, zira ne Arjantin'i bilirim ne de geri kalan topçularını. Babam üniversite arkadaşlarıyla çırçır kahvehanesinde izlediği 1974 finalinde Hollanda'yı tutan bütün kahveye karşı Müller ve Almanya iddiasıyla ünlenmiş biri. Fanatik Almancı. Maç başlıyor, o yaşta ne kadar anlayabilirsem o kadar anlamaya çalışıyorum olan biteni, Maradona hakkaten ortada yok. Bana göre maç başlar başlamaz gol atmalıydı... ilk yarının ortalarında Arjantin bir kafa golü atıyor. Ben seviniyorum ama Maradona hala yok... İkinci yarı bir gol daha yine Maradona'yı duymadık, Burruchaga, Valdano isimleri dönüp duruyor kafamda. Ben Arjantin'den ziyade Maradona'yı takip ettiğim için bir hayal kırıklığım var, heralde gerçekten gazetede yazdığı gibi kitlediler... 

Maç 2-0 Arjantin kazanacak maçı gibi. Babam rakının da etkisiyle Almanlar bırakmaz maç dönecek görürsün gibi bişeyler söylüyor. O söyledikce ben daha bi Arjantinli oluyorum, Maradona'yı salıp mavileri tutmaya başlıyorum, bu maç dönmez alır Arjantin! Maçın son 15 dakkası Dünya Kupaları tarihinin en hareketli maçı sanırsam. Almanlar kornerden bir gol atıyor, babam ayakta "dönecek diyorum" diye bağırınıyo. Devamında bir korner ve bir gol daha 2-2!. Babam bu defa bildiğiniz evde tur atıyor goool diye bağıra bağıra. 74 finalindeki arkadaşları yanında olmadığından olsa gerek 7 yaşındaki oğlunu muhattab alıp bana çemkiriyor nasıl koyduk gibisinden. Ben de taraf tutan reaksiyonu göstererek hırsımdan sinirimden ağlamaya başlıyorum, ben ağlamaya başlayınca gürültü patırtıdan olsa gerek küçük kız kardeşim de ağlıyor, devreye annem giriyor o babama söyleniyor, babam sakinleşmeye çalışıyor  Meksika'da oynanan Arjantin-Almanya maçı Üsküdar'da çekirdek bir ailenin kısa süreli çalkalanmasına sebep oluyor. Ortalık sakinleşiyor çok kısa bir vakit içinde Burruchaga! 3. golü atıyor. Bu sefer ben, az önce içten ağladığım şişmiş suratım ve gözlerimle goool diye bağırıyorum bu defa babam olgun evde herhangi bir sorun olmadan gol sevinicini tamamlıyorum. Maradona'yı çoktan unutmuşum Arjantin'in galibiyeti çok önemli. 

Maç öyle bitiyor ben hakkaten Maradona'yı kitlemişler gol atamadı diye düşünürken kupa onun ellerinde havalanıyor. Meğer asist denen bişey varmış, Maradona aslında orta saha imiş. Bunları belli seneler sonra öğreniyorum. Babamın üniversite arkadaşlarının 74 finali intikamını o akşam alıyorum. İtalya 90'da 11 yaşımda iken babamın nasıl rövanşı aldığını da ayrı bir yazı da paylaşırım, belki de paylaşmam sonu çok da iyi değil.

29 Haziran 1986, o gün  aklıma düşüyor Arjantin mavisi, Diego güzellemeleri. Yine sonradan öğreniyorum ki o kupada atılmış dünyanın gelmiş geçmiş en güzel golleri. Keşke daha önce alsaydım rakıyı belki çeyrek finali de canlı izlerdim...





7 Kasım 2019 Perşembe

Hayat bir film değildir...


Zaten karanlıkken daha da kararmak üzere olan bir Şubat akşamüstüsü Caddebostan’da... Babamla yaptığımız sınırlı sosyal işlerden birini yapacağız, annemi ve kardeşimi eve bırakıp Feneryolu'da hala duran benzincinin arka tarafındaki yıkamacıda araba yıkatacağız. 

Yeni haftaya saatler kaldığı için epeyce kalabalık yıkamacı. Arabayı bırakıp iniyoruz, herkes gibi yıkanan arabaların seyredildiği kapalı bölmeye gidiyoruz ama içerde yer yok. Tekrar dışarı çıkıyoruz, babamın uzun lacivert çok güzel bir kabanı var. Ellerini cebine sokup Tekel 2000’i çıkartıyor ve yakıyor, soğuk havanın dumanı sigara dumanına karışıyor ve bana dönüp görüyormusun diyor.. 

Neyi? der gibi babama bakıyorum, gözleriyle yan tarafı işaret ediyor. Sadece babam ve benim dışarıda durduğumuzu düşündüğüm yerde kendini gizler gibi içerlekte elinde sigarayla duran O’nu görüyorum, soğuktan kıpkırmızı olmuş burnu, elinde sigarası kahverengi deri ceketi, ve en önemlisi dev boyu.. İnanamıyorum gözlerime, babamı uzun boylu cüsseli bilirim ben, babam minik duruyor yanında.

Kocaman bir adam, o yaşta neredeyse tüm filmlerini hatim etmiş biri olarak bunu farkedememiş olmak çok şaşırtıyor beni. O, kenarda bir eli deri ceketinin cebinde kırmızı burnu, çatık kaşları ve etrafa hiç bakmayışıyla şenşakrak İnek Şaban’ı değil dram sanatının örnekleri öğretmen Hüsnü’yü, çöpçüler kralındaki Apti’yi  andırıyor daha çok.

Heyecanımı yenemiyorum ama hayal kırıklığım da var... Çocuk şenliği kapsamında evimize gelen Avusturyalı çocuklara bile oturtup onun filmlerini izletmişliğim, zerre sözcüğünü anlamamalarına rağmen kahkahalarlar gülmüşlükleri var. Çocukluğumun birkaç iyi adamından biri, çatık kaşıyla dönüp bakmıyor  bile bana.. Baba diyorum hiç gülmüyor çok değişik, babam diyor ki, oğlum filmlerde gördüklerinle gerçek hayat farklı, o da öyle bir insan demek ki.

Gerçek hayat var değil mi? Hayatın filmlerdeki gibi olmadığı gerçeğinin ilk dersi Aktör değil, insan Kemal Sunal’la oldu benim için..

21 Ekim 2019 Pazartesi

DEĞİŞİM
















6 yaşımdaydım (annemin de hatırlatma destekleriyle), henüz Üsküdar yıllarımız, semtin bütün balkonlardan sarkan sarı lacivert bayrakları hatırlıyorum. Futbola aklımın erdiği ve bu yaşta hala hatırlayabileceğim en erken anılarımın olduğu yıl 1985 yılı. Diyorum ki acaba en büyük takım Fenerbahçe mi? Heryerde bayraklar var herkes kutluyor, muhtemelen küçücük mahalledeki 2-3 arkadaşımdan da etkilenmişim. Babam ne dedi, annem nasıl tavsiye verdi (kendisi GS'lidir) hatırlamıyorum ama aklımın o kısa vakitte döndüğünü biliyorum... Fakat orada kaldı, 40 yıllık hayatımda muhtemel 2-3 günlük "acaba" dışında birgün terketmedim Beşiktaş sevdamı.

Kadıköy- Göztepe'ye taşındık, mahallede can ciğer olduğum 10-12 arkadaşımın hepsi koyu Fenerbahçeliydi, tek başıma sürekli tartışma içinde bulurdum kendimi. Maç dönüşlerinde ellerinde meşalelerle karşılarlardı beni apartmanın önünde. Annem balkondan aman evladım yapmayın minvalli seslense de çocuklar "Serra teyze şakalaşıyoruz" diyip devam ederlerdi. Biz galip gelsek durmazlardı evlerine giderlerdi. Ben yine tek.. Beşiktaş sevdasını abarttığım zamanlar çok oldu, deplasmanıydı, kavgasıydı, dövüşüydü... Annemin yüreği ağzında dönüşlerimi beklediği yıllar çoktu. 

Süleyman hep başbakan diye bir şarkı vardır, Demirel'in sürekli gözümüzün önünde olmasına ithafen yapılmış, bizim de Süleymanımız vardı. Gözümü onunla açmıştım. Seba hep başkandı... Sonra birgün, önce Beşiktaştan sonra hayatımızdan çekti gitti.. O gündür nefes alamadık... Gelenler gidenler oldu, yaşanan güzellikler, şampiyonluklar oldu. Fakat gelen, istediğimde hep giderim dedi. Bana acı gelen, gidenin tvden bile BJK maçı izlemediği hissiyatıdır, çok üzülürüm buna. 40 yıldır hayat rotamı saatlerine ayarladığım Beşiktaş'ın başına geçip devamında yok sayanlara katlanamadım...

Beşiktaş'ın hiç ekmeğini yemedim, hep ekmeğimi böldüm, harçlık ayırdım, maaş ayırdım... Peşine 7 düvele gittim. Benim sevdamı yönetenlerin Beşiktaş'ı benden çok sevmesini diledim ki içim rahat etsin... 

Bu hislerle seçime oy vermeye gittim. Dernek bilmem, yönetici tanımam, tamamen samimi hislerimle gençlerin bulunduğu farklı bir bakışla bezenmiş olduğuna inandığım listeye oy verdim.. Başkandan ve listeden tek isteğim icraatlar yapılır geçer de, birgün yönetimi bıraktığınızda gelin Dolmabahçe'de maç izleyin.. 

23 Eylül 2019 Pazartesi

SİMİTÇİ



Hafta sonuna yaklaşma huzurunu örseleyen havanın, yaz aylarını terk ettiğini haber eden soğuğu ve yağmuru Cuma ile birleşince oluşturduğu muhteşem İstanbul trafiğinde İstoç'dan şehrin diğer yakasına Ataşehir civarlarına ulaşma çabasındayım. Oğlumu okuldan 17.00'de almalıyım saat 16.00, navigasyon varış 1.30 saat diyor, trafiğin içinde ilerledikce varış saatim uzuyor, 17.40'ları buldu bile..

Yoğun haftanın kapanışında, önemli ayların ortasındayım, işyerinde genel bir problemim yok ama yılın bu ayları olağan gerginlikle geçiyor. Şirkette satıştan sorumlu yönetici realiteleri, sene sonunun yaklaşması, muazzam büyük hedefler, raporlamalar, toplantılar, istekler, problemler, müşteriler vs. şeklinde akıp giden bir beyaz yaka yöneticisi günleri. Kişilik olarak kolay dert edinebilen bir yapıdayım. O sebeple kendime dert bulmakta güçlük çekmiyorum. Bugünlerde yurtdışı fuarlara takıldım, benim gitmek istediğim fuara daha junior bir marka yöneticisi götürüldü Amerika'ya. Ocak'da Hong Kong seyahati var ne yapıp edip benim gitmem lazım o seyahate, hak eden benim!.

Öte taraftan da şirket araçları değişecek, istediğim arabayı birşekilde kabul etmiyor şirket, halbuki sektörün önemli şirketinde önemli pozsiyonda bulunan yöneticiyim, hak ediyorum!. Neyse bari rengi istediğim gibi olsun, kaç yıldır beyaz arabaya biniyorum bu sefer lacivert istedim.. Buna şirketi ikna ederek benzininin, bakımının zerresine dokunmadığım, 7/24 bende olan şahsi arabam şeklinde kullandığım aracım istediğim modele yakın ve istediğim renkte olacak.

Sektör ortalamasında beyaz yakalı yönetici maaşı alıyorum. Sınırsız kullandığım iyi model bir cep telefonum, en üst düzey business model incecik laptopum, adıma çıkarılmış şirket adına haracamalar yaptığım, şirketin ödediği bir kredi kartım ve yaklaşık 10m2 bir odam var. Fakat her beyaz yakalı gibi şirkette her zaman şahsıma adil davranılmadığını düşünüyorum. L.A fuarına bile götürülmedim! En çok yükü taşıyan benim, en çok stresi savuşturan benim, satışlara takla attırıyorum, buna rağmen gördüğüm muamele beni bazen mutsuz ediyor. Kafamda bu sıkıntılar(!) ve okula yetişememe gerginliği ile devam ediyorum yola.

Okulda saat 18.00'e kadar nöbetçi öğretmen var, yine de 17.00'den sonra alınca, oğlum niye geç aldın diye atarlanıyor, üzülüyorum bende, herkesle beraber okuldan çıkmasını sağlayamadığım için. Nihayetinde en iyi eğitim alması için özel okula gidiyor, acil dil öğrenmesi lazım, 7 yaşında İngilizce öğrensin ki ilerleyen yaşlarda ikinci dili öğrenecek. Yaşıtları arasında ezilmemeli, iyi bir gelecek için eğitimini kusursuz tamamlamalı. Dolayısıyla okuldan 30-40 dk geç almak sınıf arkadaşları arasında sorun olabiliyor.

Okulun önünde her zaman olduğu gibi uygun yer yok, birkaç metre ileriye bir kenara sıkıştırıyorum arabayı. Yağmur sakin yağıyor, yine de bagajdan şemsiyemi alıp hızlı adımlarla giriyorum okula. Oğlum iniyor merdivenden, yeni okul kıyafetleri çıkmış, kitap listesi çıkmış. İyi bir para karşılığı satılıyor okul tarafından. Onları inceliyoruz ödemesini yapıp çıkıyoruz dışarı. Şemsiyemi açıyorum hemen, ıslanmasın oğlum. Cuma aktivitesi konuşmaya başlıyor, 12 sayfa ödevi varmış, kolayca yaparmış, uzun zamandır gitmiyormuşuz sinemaya mı gitsek acaba diye soruyor. Arabaya binelim konuşuruz diyorum. Okul otoban yan yolunda, yoğunluklu bir yan yol orası. Şehirlerarası otobüslerin kalktığı ufak bir nokta da var hemen okulun karşısında.

Birkaç metre ötedeki arabaya daha az ıslanarak binebilmek için okul bahçesinden çıkarken adımları hızlandırıyoruz. Yolun karşısına geçmek için kafamı kaldırıyorum terminalin köşesinde, okulun tam karşısında muşambalarla örtülmüş tezgahın hemen yanıbaşında onu görüyorum. Üzerinde 80'lerin çok tutulan renkli eşofman takımlarının üstü var. Altında yağmur suyundan üst tarafları koyulaşmış bir kot. Elleri cebinde, omuzlarını yukarı doğru çekmiş muhtemelen üşüyor ve işe yaramayan yağmurdan az ıslanabilme refleksi gösteriyor. Ayağında ünlü markalardan birinin eskimiş sahtesi bir spor ayakkabı. Muşambanın sulu koyuluğundan kırmızı tentesi zor seçilen simitçi tezgahının başında bizi izliyor. Gözgöze geliyoruz, gözümü kaçırıyorum arabaya doğru ilerlemeye başlıyorum.

Bizi izlediğini biliyorum, arabaya yaklaştıkca gözümü neden kaçırdığımı anlıyorum, çünkü utanıyorum. O soğuk havada satılması çok mümkün olmayan simitlerinin başında okuldan çocuklarını alan aileleri izliyor. Muhtemelen o da bir baba, hiç okuldan alabiliyor mu çocuklarını? Okuldan alırken sinema planları yapabiliyor mu? O havada kaç simit satmalı ki kitapları defterleri denkleştirebilsin?

Gözümün önüne bir anda Samsun sigarası paketi geliyor. Üniversitede içtiğim sigara, o kadar yaşlı değilim, her sigaranın bulunduğu bir dönem üniversite yıllarım. Ama param yok, en ucuzundan sigara alabiliyorum. İlk zamanlar utanıp Marlboro paketine sokardım, sonra insanlar sigara isteyince Marlboro paketinden Samsun çıkartma daha utanç verici olduğu için ondan vazgeçip salmıştım konuyu.

İstanbul'un en iyi semtinde büyümüş, iyi kolejlerinden birinde okumuştum. Liseyi bitirirken babam battı, ben de gazetecilik hayallerimi çöpe atıp zar zor kazandığım devlet üniversitesine gittim. Babam sıkı batmıştı, okul harçlığımı verebilmek için tüm yakınlarından günlük borç istiyordu. Aldığı parayı olduğu gibi bana veriyordu, okula gidebilmem için. Bir simit tezgahı yoktu, mühendisti yeniden toparlayacağını hayal ediyordu. Toparlayamadı... Ben arkadaş ortamlarında "yaa aç değilim" diye yiyemediğim pizzanın kılıfıyla ve Samsun sigarasıyla yaşamayı öğrenmek zorundaydım.

Arabaya doğru adımlarımı hızlandırdım, simitçi beni izliyor yada ben öyle hissediyorum, kim bilir ne düşünüyor, kendi çocuklarıyla yapamadıklarını mı, eve götüreceği ekmeğin bile parasını zor denkleştirdiği o günün laneti mi. Babam geliyor aklıma, içim sıkışıyor, yüreğime bir yumru oturuyor, geçmiyor 10 metrelik yol. İnsanoğlunun nankörlüğüne, bulunduğu kabın şeklini alışına bela okuyorum ve artık rengini beğenmediğim arabama binip oğlumla sinema planlarını konuşmaya başlıyorum...

7 Ocak 2017 Cumartesi

LETS'S GET STARTED :)

20 Haziran 2010 Pazar

7 Haziran 2010 Pazartesi

Arjantin'in ilk kralı.



Madem konu Dünya Kupası ve madem Arjantin milli takımı Türkiye şubesiyiz ilk kralı anmadan, Arjantin sevdalılarına anlatmadan geçmek olmaz.


Bu yazı “evvel zaman içinde” sözleriyle başlasaydı yadırganmazdı muhtemelen. Bir masalın barındırabileceği tüm ögelere sahip çünkü... Olması gerektiği kadar eski bir kahramanlık öyküsü, görebilenlerin görmeyen nesillere aktardığı kulaktan kulağa yayılan... bir kahraman, ona şansın ve kaderin yaptıkları, umulmayan anlarda umulmayan kapıların açılması ve başarı... Arjantin futbolunun henüz İngiliz göçmenlerin sokaklarda oynadığı ulusal bir eğlence tadında olduğu yıllardı 20.yy’ın başı ülkedeki futbol kulüpleri bir bir kurulmaya başlarken hemen hemen tamamı Arjantin halkı dışından olan insanların önderliğinde gerçekleşmiş oluşumlardı. Bu Güney Amerika ülkesi’nin vatandaşları resmi olmayan bir sömürge milleti gibi sürekli yoksulluk ve yaşam mücadelesi içinde olduklarından futbola daha doğrusu ülkelerinde vuku bulan bu enteresan İngiliz icadı spor olayına çok da yakın olamadılar uzunca bir süre...
Bir gün Dünya’nın önemli futbol ülkeleri sıralamasında ismi düşünmeden en önlere yazılacak bir millet olmalarının miladıdır Guillermo Stabile’nin doğuşu. Arjantin ve onun futbol kahramanları denince yeni yetme futbol ulemelarının hemen Messi demesi, biraz daha eskilerin, Maradona, kemale ermiş “Üstad” sınıfındakilerin de Di Stefano cevaplarına; hayır Arjantin futboluna gelmiş en önemli oyuncu Stabile’dir der Arjantinliler...

Çünkü Stabile ülkede futbolun peygamberidir. Arjantin ahalisi futbol sahnelerine ancak figüran rollerinde çıkma çabasındayken, gökten inen bir mesih gibi Arjantin’in futbol ufkunu açmıştır... İşte tüm bunlar yüzünden önemlidir Stabile, ilktir... Halen Arjantinliler Stabile ismini duyduklarında tanrı El Diego’ya yaptıkları gibi sonsuz bir saygı gösterisi içine girerler. Herman Soro’nun dediği gibi ”Eğer Stabile olmasaydı, Di Stefano olmazdı, dolayısıyla arkasından gelen diğerleri de..” Belki biraz abartı görünse de Tanrının Arjantin futbolu için gökten indirdiği isim sadece Guillermo Stabile’dir gerisi ise peşinden gidenler...

1905 yılında Buenos Aires’de Dünya’ya gelen Stabile’nin spor yetenekleri on beş yaşında keşfedildi ama futbolcu olarak değil! Yaşıtlarına göre çok daha hızlı ve dinamik birisi olmasından sebep atlet olarak... Özellikle kısa mesafe sprintlerinde başarılı olan Stabile bu alanda yetiştirmeye başladı kendisini. Zaten ülkede futbol henüz revaçta bir uğraşı olmadığından bir kaç yıl atlet olarak devam etti spor yaşamına. 1920’li yılların başında futbol kulüplerinin sayısının artması birçok Arjantin’li gencin bu alana yönelmesine sebep oldu. Özellikle başkent Buenos Aires’de İngilizlerin kurduğu bir çok kulüp gerçek kurucularının yavaş yavaş ülkeden ayrılması dolayısıyla Arjantinlilerin egemenliğine geçti. Fakat yerli halk ekonomik olarak kendini yeni toparladığıdan ve futbol bilgilerinin çok sınırlı olmasından dolayı kulüpleri yönetmekte çok güçlük çekmeye başladılar. Özellikle yetenekli oyuncu bulmakta zorlandıkları için uzun zaman futbolu iyi bilen yabancı teknik direktörleri bünyelerinde tuttular...



İşte böyle bir ortamda sporcu kimliğine güvenen Stabile birkaç arkadaşıyla birlikte Huracan Kulübünün kapısını çaldı. Kulüp denemeye aldığı gençlerden Stabile dışında kalan iki kişiyi seçerek Stabile’ye kapıyı gösterdi. Daha yetenekli ve kıvrak olduğunu düşündüğü arkadaşları takıma gşrebilmiş ancak kendisi seçilememişti. Aradan geçen bir kaç ayda tletizm antremanlarını sürdüren Stabile daha önce seçilen arkadaşlarından birinni tavsiyesiyle tekrar denemey tabi tutuldu ve bu defa kulübün İtalyan antrenörü tarafından takıma dahil edildi. Çok süratli olması ve en azından spor kökenli olması oyuncu kıtlığı çekilen bu dönemde olmalıydı takımda... Henüz Arjantin’in ulusal bir ligi kurulmadığından yerel liglerde mücadele eden Huracan’ın yedek oyuncularından biriydi Stabile.

1925’e kadar da bir kaç yıl daha böyle devam etti. Zaman zaman forma giyerek önemli gollere imza tıyordu ama yine de diğer oyuncular kadar yetenekli olmadığı düşünülüyordu. Huracan, yerel liglerde başarılı olarak popüler bir takım haline gelmişte ve yeni kurulacak olan bölgesel Arjantin ligine ilk katılan takımlardan biri oldu. Stabile’nin biraz daha ön plana çıktığı bu dönemde Huracan katıldığı bölgesel ligi de kazandı. 1927 yılına kadar katıldıkları turnuva ve organizasyonlarda toplan sekiz şampiyonluk yaşadılar ve bunların tamamında Stabile takımdaydı ve bazı başarılara direkt katkıları oldu... 1929 yılının sonlarında organizasyonunun yapılacağı duyulan Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak olan komşu Uruguay Arjantin’i davet ettiğinde henüz ulusal anlamda bir lige dahi sahip olmadıklarından dolayı çekindiler. Çünkü her takımın ve oyuncunun takibinin zor olmasından sebep yapılacak seçmelerinin çok sağlıklı olmayacağı düşünülüyordu. Kupaya katılmaya kararverdiler ve ilk iş olarak ülkenin önde gelen kulüplerinin kapısını çaldılar bunların arasında pek tabii ki Huracan’da vardı. Guillermo Stabile kendi kulübünde dahi sürekli forma giyememesine rağmen o dönemki antrenörünün tavsiyesiyle milli takıma gönderildi. Düşünce yine aynıydı süratli bir oyuncu yedek olarak tutulabilirdi...



Uruguay’a hareket ettiklerinde Stabile yirmi beş yaşında ve daha önce hiç milli takım forması giymemiş bir isimdi. Zaten kupada forma giymesi de beklenmiyordu çok fazla. Arjantin’in açılış maçı olan Fransa maçına daha sonraları kendi yaptığı bir açıklamada kullandığı tabirle “işe yaramaz bir yedek” olarak başladı ve aynen o şekilde tamamladı. İkinci maçları olan Meksika maçından önce ise takımın sakatlanan forveti Roberto Cherro’nun yerine sahaya sürüldü. Kendisinden çok fazla beklenti olmadığı kesindi ve belki de bunun rahatlığı ile 6-3 kazandıkları maçta Dünya Kupası tarihinin ilk Hat-trick’ini gerçekleştirdi. Bir anda tüm dikkatleri üzerinde toplamıştı. Grup maçlarının üçüncüsü olan Şili maçında da iki gol birden atarak takımının 3-1 galibiyetinin mimarı oldu. İki maçta attığı beş gol Stabile’nin artık yedek değil takımın skor gücü olduğunun net işaretiydi. Yarı finalde eşleştikleri Amerika’yı 6-1’le dağıtırlarken Stabile koleksiyonuna iki gol daha ekleyerek Arjantin’e ilk Dünya Kupası finalini getirdi.


Finalde ise rakip ev sahibi Uruguay oldu. İlk yarısını biri Stabile’nin golüyle 2-1 önde bitirdikleri maçı 4-2 kaybederek ikincilikte kalıyolar ancak Dünya Kupaları tarihine ilk gol kralını armağan ediyorlardı. Guillermo Stabile! Bir oyuncunun sakatlığının sebep olduğu bu başarı Stabile’nin de kendine güveninin gelmesini sağlamıştı. Saha içinde müthiş sürati ve buna eklediği bitiriciliği ile tutulması mümkün olmayan bir oyuncu haline geldi.

1930 Dünya kupası her ne kadar Uruguay’ın şampiyonluğu ile sonlanmış olsa da kupaya damga vuran isim tartışmasız Guillermo Stabile idi. Toplam da attığı sekiz gol ile gol krallığını ve bugün dahi kırılamayan gol ortalaması rekorunu edindi.

Dünya Kupalarının ilk Hat-trick’i bugün Stabile’nin mezar taşına dahi kazınmışken Fifa 10 Kasım 2006 tarihinde yaptığı açıklamada ilk Hat-trick’in Stabile’den bir gün önce üç gol atmış olan ancak bir golünün yalnışlıkla başka isme yazılmış olduğu ortaya çıkarılan Amerika’lı Patenaude’ye ait olduğunu deklare etti. Bu, başta Arjantin futbol federasyonu olmak üzere tüm Arjantin halkını tarihte bir kaç kez daha olduğu gibi Fifa ile karşı karşıya getirdi. Hatta kazanılan Dünya Kupalarını iade etmeyi teklif edenler dahi oldu. Fakat gerçekten de yetmiş altı yıl sonra böyle bir saptama yapılması ve bunun basın yoluyla deklare edilmesi bir çok otoriteye mantıklı gelmedi...


Stabile, Dünya Kupası başarısıyla birlikte kendini tüm Dünya’ya duyurma fırsatını yakalamıştı. İtalya’nın en eski ve köklü klübü Genoa bu başarısını es geçmeyerek transfer etti kendisini. Stabile Genoa formasıya ilk maçında lider Bologna’ya üç gol birden atıp İtalya’daki futbol hayatına da Hat-trick’le merhaba dedi... Genoa’da oynadığı beş yıl boyunca gösterdiği başarı sayesinde ciddi bir hayran kitlesi edindi kendine.

Beş yılın sonunda İtalya’nın daha sonraları başka bir efsane Arjantinli’ye ev sahipliği yapacak olan kulübü Napoli istedi Stabile’yi. Belki elli yıl sonra şehire inen tanrının, mesihi rolüne yine Stabile soyunmuştu... Napoli’de bir sezon forma giyerek Paris’e uçtu. Red Star Paris takımında iki sezon oynarken aynı zamanda kulübün yardımcı antrenörlük görevini üstlenerek böylelikle ilerde yapacağı teknik direktörlük kariyerinin stajınıda tamamlamış oldu...

Arjantin’e döndüğünde mesihi bekleyen yeni görevi Arjantin milli takımının dümeniydi. O dümende tam onbir yıl kaldı ve toplam altı defa Copa America şampiyonluğu elde etti. Milli takım antrenörlüğü esnasında Racing Clup’un yönetimini de devraldı ve onlarla da üç defa Arjantin şampiyonluğuna ulaştı. Mesih yeşil sahalardaki hızını teknik direktörlük kulübesinde de tüm hızıyla devam ederken 1960 yılında önemli sağlık problemleri nedeniyle çekildi futbol arenasından, altı yıl sonra ise kalbi daha fazla dayanamadı ve yumdu hayata gözlerini...




Ölümü Arjantin’i derinden sarstı, çünkü futbol tarihlerinin önderini kaybetmişlerdi. Arjantin’in ilk büyük futbol yıldızı biraz daha yaşaması gereken bir yaşta göçtü Dünya’dan. Öldüğünde Di Stefano henüz kendini ıspatlamıştı, Maradona altı yaşındaydı, Messi ise içinde portakal geçen bir esprinin konusu olabilecek vaziyetteyken Arjantin en büyük golcüsüne elveda diyordu... ölümünden otuz yıl sonra Arjantin futbol federasyonu tarafından yüzyılın üç futbolcusundan biri seçildi. Diğer iki isim Di Stefano ve Maradona ödüllerini alırken Stabile’nin sadece resminin bulunduğu bir büst, tanrı Maradona’nın gözünden süzülen bir damla yaşa sebep oldu ve Stabile için “geçmişe baktığımda gördüğüm tek isim” diyerek atasını saygıyla andı.

4 Haziran 2010 Cuma

Denizli'nin gitmesi neden üzücü?



Mustafa Denizli Beşiktaş'a geldiğinde çok da mutlu olmamıştım açıkçası. Çalkantılı günlerde bir sürü spekülasyon altında ne yapar ne eder sorusu ile kendisini sevip sevmeme konusunda kararsız kalmış bir taraftar oluşumunun önünde kalması zaten kaybedilmiş sandığımız sezonda beni iyiden iyiye umutsuzluğa itmişti beni.

Ancak sezon ilerledikçe yavaş yavaş birşey farkettim. Beşiktaş basında hiç olmadığı kadar desteklenmeye, yorumlar ılımlılaşmaya hatalar sıkıntılar ört bas edilmeye başlanmıştı. İşte o an Mustafa Denizli'yi sevdiğim andır. Beşiktaş'ın medyada yıllarca ezildiği halden kurtuluşunun müsebibib olması sebebiyle baş tacı edesim geldi kendisini. Şansal, Erman, İbrahim Seten ve Mustafa Denizli sürekli beraber yemek yiyordu Erman gibi bir Beşiktaş düşmanı dahi duruldu eleştirilerinde. Sabah radyoda dinlediğim vatandaş bile hoca aşağı hoca yukarı Beşiktaş sempatizanı olmuştu. İşler tıkırındaydı açıkçası.




İşte Beşiktaş'ı şampiyon yapan gerçek tam olarak buydu. İddia ediyorum Mustafa Denizli yerinde Tigana olsa ikinci devredeki Fenerbahçe veya Bursa maçlarından sonra ipi çekilirdi. Yapı itibarıyla zaten kolay etkilenebilir bir mantaliteye sahip Demirören basın müdürü kankilerinin gazıyla çoktan kovardı hocayı. Buna mahal vermedi Denizli. Ne taktik, ne teknik, ne saha içi organizasyon, ne de idman programı(ki zaten herkes Mustafa Denizli'nin bu konularda çok da iyi olmadığını bilir), alayı yalan gerçek olan takım üzerindeki özgüven ve yaratılan "şampiyon Beşiktaş" sinerjisi idi.

Türkiye'de basın üzerinde bu kadar etkili iki isimden birisidir Denizli. Bu sebeple gidişi Beşiktaş için ciddi kayıptır ciddi üzücüdür. Medyadaki etkinliğini kaybetmiş bir Beşiktaş'ın yeni bir hoca ila başarılı olmasını çok çok zor görüyorum.

Çünkü Beşiktaş'ın muazzam bir tenkit potansiyeli vardır. Bu öncelikle kendi içinden çıkan klişeleşmiş kalıplarla hareket eden bir güruhun anti-başkan, anti yönetim söylemleriyle başlayan ve bundan yüz bulan medya kargalarının yüklendikçe yüklenmesi sonucu genelde takımı ligden kopartmayla sonlanan bir süreçtir.

İşte Quaresma transferinin gerçekleşmemiş olması düğmeye basılması için çok uyun zamandı. Tam ertesinde Mustafa Denizli de ayrılınca kargalara malzeme bol miktarda çıkmış oldu. Quaresma transferi başarısızlık değildir adam gelmek istemedi yapacak bir şey yok. Ben hiçbir yöneticinin ağzından bu transferi bitiridik söylemi duymamıştım zaten. Sadece yasal süreç olan borsaya görüşme bildirimi yapılmıştı. Bunu, algılama başarısı yüksek(!) olan medyamız transfer bitti nidalarıyla duyurdu ve taraftara da bi güzel verdi gazı. Transfer olmayınca da basiretsiz-beceriksiz yönetim diye taraftarın önüne yine başkan atıldı. Denizli ile yolların ayrıldığı ilk duyulduğunda dahi kimse detayını öğrenmeden başkana yüklenmişti ki gerçek ortaya çıktı. Son perde de Schuster mevzusund oynanıyor inanılmaz çeşitli eleştiriler, inanılmaz tenkitler sonuç: tü-kaka Demirören.



Başkan ne yapsın? Denizli sağlık sorunlarından sebeple bırakıcam diyor. Yeni hoca gerekli hem de acil gerekli takım 20 gün sonra toplanacak. boşta ve uygun olduğunu düşündükleri Schuster ile görüşüyorlar. Bir de Stuttgart'ın sağ açığı Hilbert işin içine giriyor buyrun size süper bir Alman temelli takım. Kaldı ki çok iş yapabiecek bir takım.

Dilimizde tüy bitti iki yıldır, medyanın bu gereksiz gazına Beşiktaşlılar gelmesin diye. Beşiktaşlı görünüp işleri sadece takımı ve başkanı eleştirmek olan arma sevgisinden yoksun gazetecileri aramıza almayalım taraftarlık olgusunu onlara tattırmayalım dedik. Mehmet Demirkol gibi etkin kalemlerin kasıtlı ve yalan temelli karalamalarına inanmayalım istedik. Hala da istiyoruz. Beşiktaş taraftarı formanın peşindedir içindekinin değil. Başkanlık makamı da şahısların değil Beşiktaş kulübünün makamıdır. Dolayısı ile Saygı gösterilmesi gereken şahıslar değil Beşiktaş kulübü başkanıdır. 3 günlük çakma gazetecilerin şaklaban yazılarına alet olamaz etmemeliyiz de.

Beşiktaş bugün Mustaf Denizli'nin söylemiyle tüm planını programını en erken yapmış olan kulüptür. Dolayısıyla Kimse kimseyi kandırmasın o yönetim kurulu olmasını istedikleri kadar geri zekalı değil. Biz başarısız olduğumuz gün eleştirelim testi kırılmadan dövmek niye?



Gazetelerde-televizyonlarda-radyolarda yer sahibi gazetecilerin bu iğrenç sololarını gün itibarıyla duymak Mustafa Denizli'nin gitmesine üzülmek demektir. Biz safları sıklaştıralım, ne kadar sıkı olursak o kadar zor çözülürüz.