26 Haziran 2009 Cuma

Tü-Kaka Demirören!

Mehmet Topuz transferi ülke sınırlarında vuku bulan onlarca hengameli transfer olayının bir kopyasıdır. Bu transfer mücadelesinin tek mağlubu var, o da Beşiktaş başkanı Yıldırım Demirören. Sakın yanlış anlaşılmasın, mağlubiyetinin sebebi Topuz transferinin olumsuz bitmiş olması değil, bu olumsuzluktan gerçekten kendi başarısızlığıymış gibi tepki toplayarak çıkmasıdır.

Bu transfer üzerine çok yazıldı çizildi hatta ben kendi namıma üzerine hiçbirşey yazmak istemediğimi söylemiştim hala da aynı şeyi savunuyorum. Sadece eklemek istediğim şu; kulübü değil futbolcuyu bağlamak ve formasını giymeye ikna etmek, parayı basıp kulübü ikna etmekten çok daha anlamlıdır. Dolayısıyla bu transferin "belli" nedenlerle Beşiktaş aleyhine sonuçlanmış olması hiçç bir şekilde Yıldırım Demirören'i bağlamaz. Dediğim gibi Topuz vakasını geçiyorum, zira konu bununla sınılı kalamıyor maalesef.

Basının "bir darbe de Nihat'tan" başlıklarıyla duyurduğu, üzerinde çok uğraşılan ama ilk etapta gerçekleştirilemeyen Kahveci transferi için, yine oklar başkanın üzerine dönmüştü. "Madem alamayacaktın neden İspanya'ya gittin", "Villareal başkanı açıkladı zaten herhengi bir görüşme olmamış", "ikinci transfer fiyaskosu", "Beşiktaşlı'nın başı önünde" gibi satır başlarıyla medya bir anda Beşiktaş başkanını yerden yere vurmaya başlayıp, Beşiktaş taraftarını başkanına karşı kışkırtmaya, ve başkanı küçük düşürmeye yeltendi.
Üçüncü fiyasko ise Gökhan Zan'ın Galatasaray'a gitmesiydi. Zira Kenan Öner'in unuttuğu varsayılan +1 yıllık opsiyonun uzatılmaması neticesinde Gökhan serbest kaldı, Beşiktaş'tan yıllık fahiş bir rakam istedi Beşiktaş bu parayı vermedi ve Gökhan yine fahiş bir rakamla Galatasaray'ın yolunu tuttu. Bedava gitmesine izin verildiği için yine Demirören beceriksiz, basiretsiz başkan sınıfına koyuldu.

Peki şimdi ne oldu? Söyleyeyim;

Başkan Nihat'la İzmir'de görüştü ve 3 saatte ikna etti. Basınımız bu ikna olayının önemini es geçtiler. Ee nede olsa silahlar gölgesinde belli kişiler eşliğinde alınıp gelinen Topuz transferi zoru başarmak adına daha önemliydi onlar için. "başkan aldı ve geldi" başlıkları Aziz Yıldırım hayranlığı ile süslenirken, Demirören'in futbol tarihimizin en önemli oyuncularından olan Nihat'ı tekrar İstanbul'a getirmesi sönük kalıyordu.



Ülke sınırlarında alınacak en iyi sol bek olan genç İsmail Köybaşı transfer edildi. Fakat transferin güzelliği değil, fiyatı hemen başlıklarda yer buldu. 6.5 milyon euroya malolan futbolcu için verilen paranın çokluğu veya gereksizliği... Sakat Hurmacı'nın 10 milyonu aşkın maliyetine kimse ses çıkarmadı "çıkaramadı". Aksine sakat olduğu haberleri hep sümen altı edildi.

Karşıyaka'nın ve Bank Asya'nın en umut veren genç sağ kanat oyuncusu Rıdvan Şimşek. Muhtemelen şu an 3 büyük takım arasında yapılmış olan en isabetli genç oyuncu transferi, 21 yaş altı milli takımının oyuncusu. Neredeyse satır aralarında duyuruldu transfer haberi...

Ve son olarak Matteo Ferrari Genoa'nın yıldız stoperi kadroya katılmak üzere.

Sonuç olarak görüyoruz ki bu ülkede bazı durumları değiştirmek için, iyi şeyler yapmak yetmez. Çünkü öyle olsaydı Yıldırım Demirören şu anda en çok konuşulan ve takdir edilen başkandı. Ya da yukarıda sayılan transferleri yapan kulüp Beşiktaş değil Fenerbahçe olsaydı koparılacak olan yaygara farklı olurdu.

Yıldırım Demirören'in bu derece eleştirilmesi, küçük düşürülmeye çalışılması, taraftarın önüne başarısız payesiyle atılması tek kelimeyle cinayettir. Kimileri 2000 kişiye imza töreni yaptırırken o 50.000 kişiye 2 kupanın töreni yaptırıyordu İnönü stadında! Bu bile aradaki farkın açık ıspatıdır...

20 Haziran 2009 Cumartesi

Wimbledon 2009

Geleneksellik, kraliçe, yağmurlar ve futbolun beşiğinin en prestijli spor olayı Wimbledon... 1868 yılına dayanan tarihi ile en eski spor organizasyonlarından biri ve tenisin en önemli turnuvası 2009 versiyonunun startı için son iki günü sayıyor artık.
Geçen yıl belki tarihin gördüğü en güzel finallerden birini izlemiştik All England Clup'da, bu yıl maalesef rövanşını göremeyeceğiz. Dünya 1 numarası Rafael Nadal bu yıl turnuvada olamayacak çünkü. Dizlerinde uzun süredir devam eden rahatsızlık ciddi anlamda dinlenme gerektirdiği için bu kararı aldığını açıkladı Nadal. Dün ve daha önceki gün Hewitt ve Wawrinka ile birer test maçı yapan Rafa iki maçı da kaybetmişti, Wawrinka ile oynadığı maçtan sonra "tenis oynayabiliyorum, dizlerim berbat durumda değil ama Wimbledon için %100 olmanız gerekiyor ve ben o derece hazır değilim" diyerek çekilmesinin gerekçesini açıklamış oldu. Son şampiyon için gerçekten üzücü bir durum tekrardan burada olamamak, fakat söylendiğine göre kronik olmayan diz rahatsızlığı için dinlenmesi tamamen iyileşmesi yolunda ciddi bir adım olacak. Mental ve fizik olarak toparlanmışi bir Nadal'ın Amerika Açık şampiyonluğu ve kariyer Grand Slam'i için müthiş bir geri dönüş yapması olasılığı çok yüksek...
Tabii bu durum hoş olmasa da mantık olarak Federer'in işine yaradı demek yanlış olmaz. Fedex turnuvayı şampiyon kapattığı takdirde 1 numaraya geri dönecek! Bu ihtimali turnuva değerlendirmesiyle birlikte yapalım.

Tek ErkeklerTek erkekler ana tablosu Nadal'ın ayrılmasıyla biraz şekil değiştirdi. Uzun yıllardır bir tarafta Rafa'yı diğerinde Fedex'i görmeye öyle alışmıştık ki Del Potro yukarı tarafın başına yerleşince garip geldi doğrusu.Buna göre Del Potro ve Roddick'in bulunduğu ilk çeyrekten başlayalım değerlendirmemize, Arjantinli müthiş yetenek Fransa'da çok güzel bir performans sergiledi hatta neredeyse Federer'i de geçip finale kalacaktı. Servis oyunlarındaki üstünlüğünü çim kortta çok daha fazla hissettireceğine inanıyorum, rakipleri Ferrer, Stepanek, Hewitt gibi isimler olsa da çeyrek finale kadar zorlanmadan gider ve rakibi bekler.

Rakibi olmak için en şanslı isim kuşkusuz Andy Roddick fakat Roddick'i bekleyen isimler hiç de kolay değil. İlk turda eşleştiği Chardy çok ciddi bir rakip, ikinci turda ise muhtemelen wonder kid Grigor Dimitrov ile eşleşecek. Dimitrov'un kariyerindeki ilk Grand Slam bu, yeteneği ve oyunu ortada ama tecrübe edinmesi gerekli Roddick gibi bir ismi geçebilmesi için. Yine de Roddick'in bu maçı kolay kopartabileceğini düşünmüyorum. Davydenko ve Berdych diğer önemli isimler bu bölümde ama ben Roddick- Del Potro Çeyrek finali öngörüyorum bu bölüm için.

Bir alt tarafın patronları ise Murray ve Simon. Öncelikle Murray'ın kurasının çok kolay olmadığını söylemeliyim. İkinci turda Gulbis, dördüncü turda Safin muhtemel rakipleri.Fakat evinde oynadığı Nadalsız bu turnuvada en azından final oynamak en büyük hedefi kendisinin. Ben Murray'ın zor-kolay rakip ayırmadan çeyrek finale, hatta yarı finale ulaşacağını düşünüyorum.
Simon ise sanki oyununa paralel olarak zorlanmasın diye bu rakiplerle eşleşmiş gibi. Zorlanabileceği bir isim kağıt üzerinde yok ama Youzhny ve özellikle Arjantinli Leonardo Mayer'den sürpriz bekliyorum.

Bir alt çeyrekte Nadal sayesinde tepeye çıkan Blake ve Djokovic var. Djoko hayal kırıklığı yaratmaya devam ediyor aslında. Geçmiş dönemlerdeki etkili oyunu maalesef yok. Fakat yine de zorlanmadan çeyrek final görür kanısındayım. Yukarıda ise durum biraz karışık. Blake için çok kolay bir turnuva olmayacak. Cilic gibi önemli bir isim alt taraftan geliyor ve muhtemel 4. tur eşleşmesinde rakibi olacak. Bu bölümde ilk turda oynanacak Querrey-Ljubicic maçı da servis savaşı halinde uzun bir maç olacaktır. Bu bölümde çeyrek final adaylarım Hırvatistan-Sırbistan derbisi: Cilic-Djokovic
Ve geliyoruz Federer-Verdasco başlıklı son bölüme. Ekselansları yine çok kolay olmayan bir kura ile karşı karşıya, Kohlschreiber, toprak orijinli olsalar da Monaco-Almagro en önemlisi de Roland Garros starı Soderling... Fakat Fedex'in zorlanmadan çeyrek finale gideceğinden şüphem yok!
Üst tarafta ise Verdasco-Tsonga muhtemel dördüncü turundan, bence galip çıkacak olan Tsonga olur ve Federer ile eşleşir...Erkekler ana tablosu bu yıl 1 numarasızlıktan sebep öksüz kaldı. Fakat bu turnuvanın renkiz geçeceği anlamına elbette gelmemeli...

Tek Bayanlar;


Bayanlar ana tablosu son dokuz yılın yedisine damga vuran Williams kardeşleri yine ayrı köşelere atmış. Bu durum en sevdikleri zeminde iki kardeşi yine finalde buluşturur mu? sorusunu heme akıllara getiriyor... İnceleyelim;

En üst çeyrekte Dünya 1 numarası Safina ve bu sıralar ezeli rekabet halinde oldukları Kuznetsova var. Safina'nın Mauresmo ve Pennetta'ya rağmen çeyrek final yolunda çok zorlanacağını sanmıyorum. Sveta ise çok daha zor isimlerle karşılaşacak. Çimdeki ilk denemesinde Wozniak'a 6-0, 6-3 yenilerek kısa bir zaman önce Grand Slam kazanmış bir oyunucya asla yakışmayacak sonuç aldı. İstikrar istikrar diye yırtındığımız konu bu sanırım. Bu sebeple çeyrek final için ciddi dikenlerin arasından geçmesi gerekecek Chakvetadze-Lisicki galibi ilk ciddi rakibi olacaktır, fakat muhtemel dördüncü tur rakibi Carolina Woniacki'yi ben geçemeyeceğini düşünüyorum. Çeyrek final adaylarım, Wozniacki-Safina.
Bir alt çeyrekte, Venus ve Jankovic bulunuyor. Venus'ün Wimbledon performansı ortada, dolayısıyla çeyrek final için en güçlü aday. Stosur ve Dokic'in de aynı bölümde olduğunu hatırlatıp Avustralyalılar adına şanssız bir kura olduğunu belirtelim, zira ilk turu geçerlerse birbirleriyle eşleşecekler. 4. turda ise Ana Ivanovic Venus'un rakibi olacak ama artık üst düzey oyuncu olabilme yetisini yavaş yavaş kaybeden Ana'nın bu eşleşmeden çıkması çok zor. Alt tarafda bulunan Jankovic'in mevcut formu çok düşündürücü, sırt sakatlığından mı yoksa başka sebepten mi bilemiyorum ama gittikçe aşağılara doğru ilerliyor. Radwanska 4. tur rakibi olacak ve bence en zor eşleşmelerden biri... Burada Amerikalı Glatch, Benesova ve Shevedova'ya da dikkat çekmek istiyorum. Bu arada Wimbledon resmi sitesi oturmuş saymış ve ismi "ova" ile biten 20 tane, "eva" ile biten 7 tane oyuncu olduğunu saptamış ve de eklemiş; Doğu Avrupa egemenliği!
Bir alt çeyrek ise bayanlar ana tablosunun en karışık bölümü, Dementieva ve Zvonareva'nın altında sıralanan isimlerin hepsi birbirinden zorlu. Henüz formu hakkında hiç bilgi sahibi olamadığımız Zvonareva'nın, eğer turnuvadan çekilmezsse Bartoli, bir başka wonder kid de Brito, son turnuvada harika oynayan Wozniak gibi rakipleri var. Eğer kendi oyununu oynayacak seviyeye geldiyse zorlanmayacaktır ancak bundan hiç emin değiliz... Dementieva ise tam anlamıyla looser bir oyuncu olduğunu ıspatlamak istercesine kötü performanslar çıkartıyor, böyle bir dönemde çektiği kura da hiç iç açıcı değil maalesef. Cibulkova, Urszla Radwanska,
Wickmayer, Dushevina ve Kleybanova gerçekten sert rakipler, ne diyelim Allah kolaylık versin!
Son çeyrek ise bir üsttekini aratmayacak kadar renkli, Azarenka ve Serena burada başı çekiyorlar. Fakat altlarındaki rakipler en az kendileri kadar iyi. Azarenka'nın bölümüyle başlarsak Vika'nın Sharapova ile muhtemel bir 4. tur karşılaşması olacağını görüyoruz. Ki Sharapova'nın kanadında olmak tüm seri başı oyuncular için korkulu rüya idi, erkenden kendisiyle eşleşebilecek olmaktan sebep... Tabii burada en çok müşkül durumda olan isim yine Petrova olacaktır sanırım. Zira Roland Garros'dan sonra burada da Sharapova'nın tarafına düştü. Bu defa 3. turda muhtemel bir eşleşme söz konusu ve bence yine Petrova turnuva dışı kalır. Sharapova-Azarenka maçı tam bir muamma...
Serena'nın tarafının da kolay olduğunu söylemek zor. İkinci turda ablasını birçok kez terleten Safarova ile eşleşmesi söz konusu. Safarova da şanssızlar listesine adını yazdırarak sürekli Willams familyasının karşısına çıkıyor, iyi de oynuyor ama... Burada dikkat çeken diğer isimleri, Pavlyuchenkova, Rybarikova, Hantuchova, Zheng ve tabii ki Laura Robson. İngilizler'in bu wonder kidi wild cardı ilk alanlardan biri, ve geçen yılın Junior şampiyonu. Boynu bükük duran Britanya tenisinin geleceği gözüyle bakılıyor kendisine. Katıldığı bu ilk önemli turnuvada ne yapacağı merak konusu.
Sanırım en iyisi oturup iki hafta boyunca turnuvanın tadını çıkartmak olacaktır. Maçların yayınını sadece D spor yapıyor. Hepinize keyifli turnuvalar ve iyi

10 Haziran 2009 Çarşamba

Efsane=Yusuf Tunaoğlu

Beşiktaş sahaya çıktığında tam karşımızdaki tribünde büyükçe “efsane” yazılı bir pankart açıldı. Babamın elinden sıkı sıkı tutmuş tribüne bakarken bir yandan da efsanenin anlamına takıldım. Nasıl olunuyordu ki efsane? Dayanamadım devre arasında sordum babama. Yılların futbol eskicisi önce sahaya baktı sonra bana döndü; Hemen önümüzdeki taç çizgisini gösterdi, şu çizgiyi görüyor musun? Ardından da sol tarafımızda kalan kaleye dönerek; Efsane bu çizgiden aldığı topu rakipleri çalımlaya çalımlaya o kaleye götürebiliyordu dedi. “Aslında sana anlattıklarımdan dolayı efsane oldu o, sana anlatabileceğim birşeyler yaptığı için... Çünkü efsane, kuşaklar arasında paylaşılandır...”


Dürüst olmalıyım o an söylediklerinden hiç bir şey anlayamamıştım.
Futbol efsanesi olabilmek için, birşeyler yapıp, o yapılanlara “en” sıfatı yapıştırılmasının şart olmadığını ondan öğrenmişiz. Biz görmedik ya efsaneyi sadece dinliyoruz büyüklerden. En çok golü atmamış, milli formayı en fazla o giymemiş, Avrupa’da en başarılı Türk olma şansını yakalasa da değerlendirmemiş... Ama Türk futbolunun gelmiş geçmiş en büyük yeteneği sorusu sorulduğunda futbol tarihçileri onun adını söylemişler çocuklarına; Efsane olabilsin, unutulmasın, hele de böyle bir dönemde daha iyi anlaşılsın futbol değerlerimiz diye. Günahıyla, sevabıyla, hatalarıyla, güzellikleriyle her futbolsever babanın oğluna anlatacağı kahraman olmuş Yusuf Tunaoğlu.


Beşiktaş’ın sembolü Baba Hakkı’nın başkanlığı döneminde yaşadığı en zor günlerdi belki de 1962 sezonu. Kulüp borçlarından dolayı sıkışmış, gelmeyen sportif başarı ve maddi sorunlar, içinden çıkılamayacak sıkıntılara doğru ilerliyordu. Yıllarca futbol sahalarında esen Hakkı Yeten’in yöneticiliğini eleştirmeye başlayanlar onun kararlılığının ve otoriterliğinin farkına varmak için çok beklemediler. Fenerbahçe’nin yakından ilgilendiği bilinen, Beşiktaş’ın o dönemki iki yıldızı Şenol ve Birol’un transfer haberleri artık iyice rahatsız edici bir boyut almıştı ki, Beşiktaş yönetiminden herkesi hayretler içinde bırakan bir haber geldi. İkisi de satılacaktı! Hemde ezeli rakip Fenerbahçe’ye... Tarihte hep olduğu gibi Baba Hakkı’nın rızası olmadan bu transferin yapılamayacağını bilen Fenerbahçe yöneticileri onunla görüşmeye gittiklerinde, ömrünü adadığı renklerin ona yaşattığı tarifsiz sevgiyi ve o sevgi için yapabileceklerini gördüler. Çünkü Şenol ve Birol’u satmayı o istiyordu. Çünkü amacı isimlere bağlı kalmayan bir Beşiktaş’tı...
Gidecek futbolcuların yerinin doldurulacağına yürekten inanıyordu. İstediği parayı alan Beşiktaş maddi olarak rahatlamıştı. İki yıldızın kaybı kamuoyunda büyük yankı uyandırsa da Hakkı Yeten’in sözleri bir anda gündemin ortasına düşüverdi; “Şenol’lar Birol’lar gider, Yusuf’lar Sanlı’lar gelir!” Beşiktaş yeni transfer yapmak yerine alt yapıya yönelecek ve genç isimlerle yoluna devam edecekti. Yıllar boyunca sürecek ve Türkiye futbol tarihinde bir çağ başlatan “özkaynak düzenine” zaruri olsa da geçiş bu tarihlerde başladı Beşiktaş adına...

Alt yapının o dönemde ki hocası hiç tereddütsüz iki genci yolladı abilerinin yanına. Gündemi bu kadar meşgul eden iki isim Yusuf ve Sanlı henüz 17 yaşında, futbol aşkı ve Beşiktaş sevgisiyle yanıp tutuşan gençlerdi. Genç takımda artık misyonları dolmuş, yetenekleri ve çalışkanlıklarıyla A takımı çoktan haketmişlerdi. Yönetimin kararıyla birlikte Beşiktaş’ın geleceği olarak lanse edildiler ve bütün bu olanlar yüzünden çok ciddi bir baskı vardı üzerlerinde... Antremanlarda abilerinin yanında ağırbaşlı ve saygılı tavırlarıyla dikkat çekiyor ve çok fazla çalışıyorlardı. Mevkiileri birbirlerine yakındı, ama biri diğerinden çok belirgin özellikleriyle ayrılıyordu. Uzun boyu, geniş omuzları kısacası düzgün fiziği ve daha önemlisi topla birlikte yapabildikleri...

Yusuf’un adı hızla camiada yayılmış. Beşiktaş antremanlarını çok ilgi çekici hale getirmişti. Topu ayağına aldığında bir anda hızlanması, yaptığı ilginç hareketler, karşısına gelen abilerine utana sıkıla ama göstere göstere attığı çalımlar... Büyüklerden, dönem dönem çok çalımlı oynadığından dolayı azar işitiyordu ama Baba Hakkı izlediği antreman sonrası antrenör Spayiç’le konuşurken büyük bir yıldız kazandıklarını söylemişti bile. Yani ok yaydan çıkmıştı, Beşiktaş’ın yeni kurtarıcıları Yusuf ve Sanlı olacaklardı...


İlk iki yıllarında gösterdikleri peformans çok iyi olsa da şanssızlık peşlerini bırakmamış ve ikincilikle yetinmişlerdi. Ancak 1965 sezonu çok çalışmanın meyvelerini alcakları sezon oldu. Spayiç yönetimindeki takım 25 maç üstüste yenilmeden şampiyonluğa uzandı. Şampiyonluğun baş mimarları ise henüz 20 yaşında ama sezon içinde en çok forma giymiş olan Sanlı ve Yusuf idi. Özellikle Yusuf ligdeki bütün dengeleri alt üst etmiş, Beşiktaş’ın birçok maçını tek başına kazanmasını sağlamıştı. Artık Türkiye’de bir Yusuf gerçeği vardı. Beşiktaş zaten güçlü olan hücum hattını çok çalışkan ve üretken bir orta saha ile birleştirmiş oldu. Fenerbahçe’nin Beşiktaş’tan transfer ettiği oyuncularla şampiyonluk tekelini eline aldığı yılları geride bırakmanın sevinci tüm camiaya yayılmış kulüp ve taraftar kenetlenmiş, sonucunda bir ertesi sezon üstüste ikinci şampiyonluklarını yaşamışlardı.

Bu Yusuf’un şampiyonluğuydu. Sezon boyunca atılan her golde dolaylı yada direkt mutlak bir etkisi vardı. Attığı çalımları, verdiği muhteşem paslarla süslüyor ya da pas vereceğini zanneden müdafayı ters ayağından çıkan bir şutla avlıyor ve onlara yakından görebilecekleri ender güzel golleri izlettiriyordu. Beşiktaş maçlarından önce rakip soyunma odasında hep bir tedirginlik vardı o yıllarda. İdama gidecek mahkum gibi boynu bükük bekleyen oyuncular teknik direktörlerinin Yusuf’u tutma görevini kendisine vermemeleri için dua etmekten kendilerini alamıyorlardı. Çünkü 90 dakika boyunca en mükemmel savunmacıları dahi mutlaka bir iki defa futbolcu olduklarından dolayı pişman ediyordu... Henüz 22 yaşında ülkenin gördüğü en büyük yeteneği canlı izlemek isteyenler Mithatpaşa’nın kapılarında izdihama neden oluyorlardı, altın yıllarıydı Yusuf’un...

Gencecik yaşında evlenmişti, bir de kızı oldu ama evliliğin şartları ağır gelmişti ona, başka havalardaydı çünkü. O dönemdeki bir çok genç futbolcu gibi zor şartlarda yetişmiş ve bunun burukluğunu uzun süre üzerinde taşımıştı. A takıma çıkmadan önceki dönemde gösterdiği isteklilik, kendini yıllarca ezilmiş hissetmenin acısıydı ve bu istekli tutum, A takıma çıktığında ciddi bir hırsa dönüştü. Tanrının vermiş olduğu inanılmaz yeteneğin farkında olması, onu çok iyi kullanabilmesi, çok kısa sürede ülkenin en büyük takımlarından birinin yıldızı olması, sayısız hayran edinmesi, genç yaşına rağmen kısa sürede çok para kazanması ve bütün bunların üzerine yakışıklılığı... 60’ların Türkiye’sinde bütün bu şartlar bir araya geldiğinde tek bir sonuca dalalet ederdi; Gece hayatı! Yusuf’un, üzerindeki ilginin esiri olması çok zaman almadı. Tuzağa düşecek yeni bir av bulmanın arifesindeki akbabalar, henüz ne olduğunu anlamayan, anlamaya çalışan ama başarması için fırsat verilmeyen gencecik bir insana, renkli gazinoları ve güzel kadınları yem olarak kullanmıştı. Her antremanından sonra Beyoğlu’da gözükmesi adet haline gelmişti. Çiçek pasajının ve ünlü gazinoların tanınan siması haline gelmişti o yaşlarda Yusuf...

Bütün bunların futbolunu etkilememesi mümkün değildi. En basitinden kilo almıştı ve düzenli antreman yapamamasından sebep kondisyonu düşmüştü. İmdadına askerlik dönemi yetişti. Biraz kendini toparlayan Yusuf Ordu milli takımının da en önemli ismiydi. Belçika’da oynadıkları ordular arası Dünya Şampiyonasında herkesi büyülerken, dönemin en ünlü kulüplerinden Anderlecht takımı yöneticilerinin de gözünden kaçmamıştı yetenekleri. Artık onların takibindeydi. Tezkeresini aldı ve Beşiktaş’la antremanlarına geri döndü. Kendini toplamıştı bir nebze. Avrupa kupası maçı için gittikleri Amsterdam’da Beşiktaş Ajax’a 2-0 mağlup oluyor, fakat bütün tribünler sadece Yusuf’un hayran bırakan oyununu alkışlıyordu. Eğer o gün Yusuf’a bir kişi daha eşlik etseydi Beşiktaş’ın Ajax’ı mağlup etmesi işten bile değildi ama olmadı, direnemedi Beşiktaş...

Tribünde alkış tutanlar arasında aylardır onu takip eden Anderlecht yöneticileri de vardı, artık izleme bitmişti... Yusuf’un önüne harika bir kontrat koydular, Avrupa’nın en büyük takımlarından birinin formasını giymek için geri sayıma başlanmıştı. Herkesin ortak görüşü bunu sonuna kadar hakettiğiydi.


Ama bazen bazı hedefler için savaşmak, kendinle mücadele etmektir. Yusuf kendinle mücadelesinde mağlup olmaya çok genç yaşta başlamıştı. Yine öyle oldu. Bol miktarda alkol aldığı eğlence gecesinin sonunda boğaz yolunda yaptığı ciddi kaza, disiplin yönetiminin önemli temsilcisi Anderlecht’in kulağına gittiğinde ellerindeki kontratı düşünmeden yırttılar. “Sonun başlangıcı” tanımı o gece boğazda yapılan kaza için biçilmiş kaftandı... Gazetelerin, taraftarların belki yöneticilerin bile ilk tepkisi Yusuf’un Beşiktaş’ta kalmasından duyulan sevinçten başka bir şey değildi. Ama dedik ya o kaza sonun başlangıcıydı. Yusuf artık her zamankinden daha çok çıkıyordu Beyoğlu’na, her gece belli mekanların en ünlü müdavimleriyle geçiriyordu gecelerini. Aktrislerin bir çoğu sevgilisi oldu. Kimi uzunca süre, kimi sadece bir kaç gecelik. Ayrıca alkol ve sigara... oyununu, daha önemlisi sağlığını etkileyecek herşeyden tadıyordu hiç durmaksızın.

Beşiktaş başarılı günlerini geride bırakmış önce Gündüz Kılıç daha sonra da Çiriç yönetiminde duraklama devrine girmişti... Gündüz hoca Yusuf’u kazanma yoluna gitti ama Çiriç takım oyuncusu olmadığını söyleyip yedek tuttu hep onu. Çünkü Yusuf eskisi gibi koşamıyor, az antreman yapmanın verdiği güçsüzlükle şut çekemiyor, çalımlarını ise yeterince çabuk atamıyordu. Yine de AEK ile oynadıkları ve ilk yarı 3-0 geride oldukları bir maçta, ikinci yarı oyuna girip 3 gol attı ve Çiriç’e; “Evet ben takım oyucusu değilim çünkü tek başıma takımım!” dedi...


Sansasyonel aşkları düşmüyordu magazin gündeminden. Basının oyuncağı olmuştu adeta. Hatta takım arkadaşı Vedat Okyar’la arasını açacaklardı bir kadın yüzünden... Ama Yusuf çok zekiydi gelmedi oyunlarına. Vedat’la aralarında hallettiler... Ondan dolayı Vedat Okyar “adam gibi adamdı” der onun için...

Bilen bilir, bu kadar gürültü çok fazladır Beşiktaş için. Bundan sebep koparıldı çok sevdiği Beşiktaş’ından. Ama siyah beyazla ayrı düşmedi. İzmir’in Altay’ı açtı kapısını. İçinde kopan fırtınalara inat başı dik ayrılıyordu İstanbul’dan. Kendi düşen ağlamazdı çünkü... Korkut Göze yazmıştı; Havaalanında görmüş onu giderken. Cebini gösterip ”Beş parasızım, havaalanından beni almazlarsa otele bile gidemem...” demiş. Sevdiği şehirden, takımından, arkadaşlarından, sevenlerinden böyle ayrılmak olmazdı ya neyse...


Altay’da hiç Yusuf gibi oynamadı. Bir maç hariç... Beşiktaş’la yapılan antlaşmaya rağmen çok ısrar edip forma giydi eski takımına karşı. Maç boyunca Beşiktaş’lı oyuncuların hepsi Yusuf’u çok iyi tanıdıkları için onunla karşı karşıya gelmekten ısrarla çekindiler. Ne kadar çabalasalar da Yusuf maç içinde hemen hemen bütün oyuncuları çalımladı ayrı ayrı. Adeta zevk için çalım atıyordu, o gün onu sahada izleyenler kaleye doğru değil geçmek istediği oyuncuların üzerine doğru top sürdüğünü gözleriyle görmüşlerdi. Fazla uzamadı hasreti. Geri döndü... Arkadaşı Yılmaz Güney ona zor dönemlerinde moral olsun diye ”Arkadaş” isimli filminde küçücük bir sahnede rol verdi, boş içki şişesi, sigara paketleri ve yarı çıplak bir kadınla birlikte göründüğü sahne tam olarak kendisiyle özdeşleşmiş bir roldü. Bir yıl daha dayanabildi futbola, artık vücudu kaldırmıyordu çünkü. Son sezonunda daha çok işin gösteri kısmındaydı Yusuf... Basket potalarına ayağıyla uzaklardan basket atması, televizyonun ilk yıllarındaki bir programda topun geçebileceği kadar genişlikteki delikten topu geçirebilmesi üzerine gösteriler yapıyordu. Beşiktaş’ın bir Brezilya takımıyla yaptığı dostluk maçında sahaya çıktı. Brezilyalı oyuncular iri gövdesi ve kilolu haliyle dalga geçerek onu güreşçiye benzettiler. Bir yerde okumuştum, yetenek torna tezgahından da geçse yetenektir diye, işte Yusuf o gün onu gösterdi herkese, altı Brezilyalı’yı geçip gol asisti yaparak... Yıllar sonra Beşiktaş minik takımının başına getirildi. Atilla Gökçe, kendi tabiriyle yeşil gözlü kartalını bir gün antremanda çocukları çalım atmamaları için uyarırken görmüş... Yusuf’tan daha iyi anlatacak kimse olmazdı zaten çalım atmanın faydalarını da zararlarını da...

Yusuf Tunaoğlu Türk futbolunun bir devrine damga vurdu. Ama ne attığı gollerle ne de yaptığı transferlerle... Sadece bir yıldızın futbolumuzdan nasıl kaydığını izlettirdi bizlere, elastik lakaplı Rivelino gibi yetenekliydi ama George Best gibi yaşamayı tercih etti. Bu diyardan göçü de aynı yaşamı gibi hızlı oldu. Dost sofrasından kalkmıştı, son sohbetiydi, yenik düştü kalbine... Yaşamı boyunca müthiş çalımları konuşulsa da, hayata asla çalım atamadı Yusuf, defalarca denedi ama her seferinde geri dönmek zorunda kaldı. En büyük çalımı da yine kendisinden, Yusuf’tan yedi... İzleyenler izleyemeyenlere anlatsın Yusuf’u. Doğruların yanlışların daha iyi görülmesi için bir musibetin binlerce nasihatten daha etkili olduğunun canlı kanıtı olması için... Türk futbolunun asla unutmayacağı ve her anıldığında yüreklerin cız ettiği, yarım bıraktığı herşeyin, sevenlerinin içinde ukte olarak kaldığı bir sembol oldu Yusuf...


Beşiktaş’ın yüzüncü yılıydı. İzlediğim bir maçta, Sergen seri çalımlarla ceza sahasına girip topuğuyla bir pas çıkardı ve o pas gol oldu. Ama bende dahil kimse gole sevinmedik çünkü aklımız Sergen’in çalımlarında kalmıştı. İçimden “ah Sergen dedim, yeteneğini doğru şekilde kullansaydın bugün bambaşka yerlerdeydin. Ama yine de futbol tarihimizin en büyük isimlerinden birisin. Gelecek kuşaklardaki tüm Beşiktaşlılar bilecek ismini, bende anlatacağım eğer bir gün oğlum olursa...” Birden kafamı kaldırdım. Karşımda ki tribünde “Efsane” yazılı koca bir pankart ve yanımda babam, elimden tutmuş Yusuf’un Kel Nihat’a Galatasaray maçında attırdığı golü anlatıyor. İşte o anda anladım efsanenin ne demek, anlatılanların da neden efsane olduğunu.

Döndüm!

İki haftayı geçkin süredir, RG yoğunluğu artı bazı sıkıntılardan ve vakitsizliklerden dolayı ara vermiştim yazmaya. Arada, lig bitti, şampiyon-düşen belli oldu, toz duman ortadan kalktı, transfer sezonu tüm ağırlığıyla gündemimizdeki yerini aldı, Topuz'lar, Rijkaard'lar Şehr-i İstanbul'a teşrif buyurdular, Real Madrid ikinci Los Galacticos devrine girdi vs. vs... Yorumlanacak, yazılacak onlarca konu var...

Özellikle transfer sezonunda gözümüzün önünde yaşanan şu senin-benim kavgası mide bulandırıcı hale geldi. O yüzden onlardan ziyade uzun aradan sonra içimiz açılsın diyerekten bir efsane topçu portresi ile başlayacağım...