Beşiktaş sahaya çıktığında tam karşımızdaki tribünde büyükçe “efsane” yazılı bir pankart açıldı. Babamın elinden sıkı sıkı tutmuş tribüne bakarken bir yandan da efsanenin anlamına takıldım. Nasıl olunuyordu ki efsane? Dayanamadım devre arasında sordum babama. Yılların futbol eskicisi önce sahaya baktı sonra bana döndü; Hemen önümüzdeki taç çizgisini gösterdi, şu çizgiyi görüyor musun? Ardından da sol tarafımızda kalan kaleye dönerek; Efsane bu çizgiden aldığı topu rakipleri çalımlaya çalımlaya o kaleye götürebiliyordu dedi. “Aslında sana anlattıklarımdan dolayı efsane oldu o, sana anlatabileceğim birşeyler yaptığı için... Çünkü efsane, kuşaklar arasında paylaşılandır...”
Dürüst olmalıyım o an söylediklerinden hiç bir şey anlayamamıştım.
Futbol efsanesi olabilmek için, birşeyler yapıp, o yapılanlara “en” sıfatı yapıştırılmasının şart olmadığını ondan öğrenmişiz. Biz görmedik ya efsaneyi sadece dinliyoruz büyüklerden. En çok golü atmamış, milli formayı en fazla o giymemiş, Avrupa’da en başarılı Türk olma şansını yakalasa da değerlendirmemiş... Ama Türk futbolunun gelmiş geçmiş en büyük yeteneği sorusu sorulduğunda futbol tarihçileri onun adını söylemişler çocuklarına; Efsane olabilsin, unutulmasın, hele de böyle bir dönemde daha iyi anlaşılsın futbol değerlerimiz diye. Günahıyla, sevabıyla, hatalarıyla, güzellikleriyle her futbolsever babanın oğluna anlatacağı kahraman olmuş Yusuf Tunaoğlu.
Beşiktaş’ın sembolü Baba Hakkı’nın başkanlığı döneminde yaşadığı en zor günlerdi belki de 1962 sezonu. Kulüp borçlarından dolayı sıkışmış, gelmeyen sportif başarı ve maddi sorunlar, içinden çıkılamayacak sıkıntılara doğru ilerliyordu. Yıllarca futbol sahalarında esen Hakkı Yeten’in yöneticiliğini eleştirmeye başlayanlar onun kararlılığının ve otoriterliğinin farkına varmak için çok beklemediler. Fenerbahçe’nin yakından ilgilendiği bilinen, Beşiktaş’ın o dönemki iki yıldızı Şenol ve Birol’un transfer haberleri artık iyice rahatsız edici bir boyut almıştı ki, Beşiktaş yönetiminden herkesi hayretler içinde bırakan bir haber geldi. İkisi de satılacaktı! Hemde ezeli rakip Fenerbahçe’ye... Tarihte hep olduğu gibi Baba Hakkı’nın rızası olmadan bu transferin yapılamayacağını bilen Fenerbahçe yöneticileri onunla görüşmeye gittiklerinde, ömrünü adadığı renklerin ona yaşattığı tarifsiz sevgiyi ve o sevgi için yapabileceklerini gördüler. Çünkü Şenol ve Birol’u satmayı o istiyordu. Çünkü amacı isimlere bağlı kalmayan bir Beşiktaş’tı...
Gidecek futbolcuların yerinin doldurulacağına yürekten inanıyordu. İstediği parayı alan Beşiktaş maddi olarak rahatlamıştı. İki yıldızın kaybı kamuoyunda büyük yankı uyandırsa da Hakkı Yeten’in sözleri bir anda gündemin ortasına düşüverdi; “Şenol’lar Birol’lar gider, Yusuf’lar Sanlı’lar gelir!” Beşiktaş yeni transfer yapmak yerine alt yapıya yönelecek ve genç isimlerle yoluna devam edecekti. Yıllar boyunca sürecek ve Türkiye futbol tarihinde bir çağ başlatan “özkaynak düzenine” zaruri olsa da geçiş bu tarihlerde başladı Beşiktaş adına...
Alt yapının o dönemde ki hocası hiç tereddütsüz iki genci yolladı abilerinin yanına. Gündemi bu kadar meşgul eden iki isim Yusuf ve Sanlı henüz 17 yaşında, futbol aşkı ve Beşiktaş sevgisiyle yanıp tutuşan gençlerdi. Genç takımda artık misyonları dolmuş, yetenekleri ve çalışkanlıklarıyla A takımı çoktan haketmişlerdi. Yönetimin kararıyla birlikte Beşiktaş’ın geleceği olarak lanse edildiler ve bütün bu olanlar yüzünden çok ciddi bir baskı vardı üzerlerinde... Antremanlarda abilerinin yanında ağırbaşlı ve saygılı tavırlarıyla dikkat çekiyor ve çok fazla çalışıyorlardı. Mevkiileri birbirlerine yakındı, ama biri diğerinden çok belirgin özellikleriyle ayrılıyordu. Uzun boyu, geniş omuzları kısacası düzgün fiziği ve daha önemlisi topla birlikte yapabildikleri...
Yusuf’un adı hızla camiada yayılmış. Beşiktaş antremanlarını çok ilgi çekici hale getirmişti. Topu ayağına aldığında bir anda hızlanması, yaptığı ilginç hareketler, karşısına gelen abilerine utana sıkıla ama göstere göstere attığı çalımlar... Büyüklerden, dönem dönem çok çalımlı oynadığından dolayı azar işitiyordu ama Baba Hakkı izlediği antreman sonrası antrenör Spayiç’le konuşurken büyük bir yıldız kazandıklarını söylemişti bile. Yani ok yaydan çıkmıştı, Beşiktaş’ın yeni kurtarıcıları Yusuf ve Sanlı olacaklardı...
İlk iki yıllarında gösterdikleri peformans çok iyi olsa da şanssızlık peşlerini bırakmamış ve ikincilikle yetinmişlerdi. Ancak 1965 sezonu çok çalışmanın meyvelerini alcakları sezon oldu. Spayiç yönetimindeki takım 25 maç üstüste yenilmeden şampiyonluğa uzandı. Şampiyonluğun baş mimarları ise henüz 20 yaşında ama sezon içinde en çok forma giymiş olan Sanlı ve Yusuf idi. Özellikle Yusuf ligdeki bütün dengeleri alt üst etmiş, Beşiktaş’ın birçok maçını tek başına kazanmasını sağlamıştı. Artık Türkiye’de bir Yusuf gerçeği vardı. Beşiktaş zaten güçlü olan hücum hattını çok çalışkan ve üretken bir orta saha ile birleştirmiş oldu. Fenerbahçe’nin Beşiktaş’tan transfer ettiği oyuncularla şampiyonluk tekelini eline aldığı yılları geride bırakmanın sevinci tüm camiaya yayılmış kulüp ve taraftar kenetlenmiş, sonucunda bir ertesi sezon üstüste ikinci şampiyonluklarını yaşamışlardı.
Bu Yusuf’un şampiyonluğuydu. Sezon boyunca atılan her golde dolaylı yada direkt mutlak bir etkisi vardı. Attığı çalımları, verdiği muhteşem paslarla süslüyor ya da pas vereceğini zanneden müdafayı ters ayağından çıkan bir şutla avlıyor ve onlara yakından görebilecekleri ender güzel golleri izlettiriyordu. Beşiktaş maçlarından önce rakip soyunma odasında hep bir tedirginlik vardı o yıllarda. İdama gidecek mahkum gibi boynu bükük bekleyen oyuncular teknik direktörlerinin Yusuf’u tutma görevini kendisine vermemeleri için dua etmekten kendilerini alamıyorlardı. Çünkü 90 dakika boyunca en mükemmel savunmacıları dahi mutlaka bir iki defa futbolcu olduklarından dolayı pişman ediyordu... Henüz 22 yaşında ülkenin gördüğü en büyük yeteneği canlı izlemek isteyenler Mithatpaşa’nın kapılarında izdihama neden oluyorlardı, altın yıllarıydı Yusuf’un...
Gencecik yaşında evlenmişti, bir de kızı oldu ama evliliğin şartları ağır gelmişti ona, başka havalardaydı çünkü. O dönemdeki bir çok genç futbolcu gibi zor şartlarda yetişmiş ve bunun burukluğunu uzun süre üzerinde taşımıştı. A takıma çıkmadan önceki dönemde gösterdiği isteklilik, kendini yıllarca ezilmiş hissetmenin acısıydı ve bu istekli tutum, A takıma çıktığında ciddi bir hırsa dönüştü. Tanrının vermiş olduğu inanılmaz yeteneğin farkında olması, onu çok iyi kullanabilmesi, çok kısa sürede ülkenin en büyük takımlarından birinin yıldızı olması, sayısız hayran edinmesi, genç yaşına rağmen kısa sürede çok para kazanması ve bütün bunların üzerine yakışıklılığı... 60’ların Türkiye’sinde bütün bu şartlar bir araya geldiğinde tek bir sonuca dalalet ederdi; Gece hayatı! Yusuf’un, üzerindeki ilginin esiri olması çok zaman almadı. Tuzağa düşecek yeni bir av bulmanın arifesindeki akbabalar, henüz ne olduğunu anlamayan, anlamaya çalışan ama başarması için fırsat verilmeyen gencecik bir insana, renkli gazinoları ve güzel kadınları yem olarak kullanmıştı. Her antremanından sonra Beyoğlu’da gözükmesi adet haline gelmişti. Çiçek pasajının ve ünlü gazinoların tanınan siması haline gelmişti o yaşlarda Yusuf...
Bütün bunların futbolunu etkilememesi mümkün değildi. En basitinden kilo almıştı ve düzenli antreman yapamamasından sebep kondisyonu düşmüştü. İmdadına askerlik dönemi yetişti. Biraz kendini toparlayan Yusuf Ordu milli takımının da en önemli ismiydi. Belçika’da oynadıkları ordular arası Dünya Şampiyonasında herkesi büyülerken, dönemin en ünlü kulüplerinden Anderlecht takımı yöneticilerinin de gözünden kaçmamıştı yetenekleri. Artık onların takibindeydi. Tezkeresini aldı ve Beşiktaş’la antremanlarına geri döndü. Kendini toplamıştı bir nebze. Avrupa kupası maçı için gittikleri Amsterdam’da Beşiktaş Ajax’a 2-0 mağlup oluyor, fakat bütün tribünler sadece Yusuf’un hayran bırakan oyununu alkışlıyordu. Eğer o gün Yusuf’a bir kişi daha eşlik etseydi Beşiktaş’ın Ajax’ı mağlup etmesi işten bile değildi ama olmadı, direnemedi Beşiktaş...
Tribünde alkış tutanlar arasında aylardır onu takip eden Anderlecht yöneticileri de vardı, artık izleme bitmişti... Yusuf’un önüne harika bir kontrat koydular, Avrupa’nın en büyük takımlarından birinin formasını giymek için geri sayıma başlanmıştı. Herkesin ortak görüşü bunu sonuna kadar hakettiğiydi.
Ama bazen bazı hedefler için savaşmak, kendinle mücadele etmektir. Yusuf kendinle mücadelesinde mağlup olmaya çok genç yaşta başlamıştı. Yine öyle oldu. Bol miktarda alkol aldığı eğlence gecesinin sonunda boğaz yolunda yaptığı ciddi kaza, disiplin yönetiminin önemli temsilcisi Anderlecht’in kulağına gittiğinde ellerindeki kontratı düşünmeden yırttılar. “Sonun başlangıcı” tanımı o gece boğazda yapılan kaza için biçilmiş kaftandı... Gazetelerin, taraftarların belki yöneticilerin bile ilk tepkisi Yusuf’un Beşiktaş’ta kalmasından duyulan sevinçten başka bir şey değildi. Ama dedik ya o kaza sonun başlangıcıydı. Yusuf artık her zamankinden daha çok çıkıyordu Beyoğlu’na, her gece belli mekanların en ünlü müdavimleriyle geçiriyordu gecelerini. Aktrislerin bir çoğu sevgilisi oldu. Kimi uzunca süre, kimi sadece bir kaç gecelik. Ayrıca alkol ve sigara... oyununu, daha önemlisi sağlığını etkileyecek herşeyden tadıyordu hiç durmaksızın.
Beşiktaş başarılı günlerini geride bırakmış önce Gündüz Kılıç daha sonra da Çiriç yönetiminde duraklama devrine girmişti... Gündüz hoca Yusuf’u kazanma yoluna gitti ama Çiriç takım oyuncusu olmadığını söyleyip yedek tuttu hep onu. Çünkü Yusuf eskisi gibi koşamıyor, az antreman yapmanın verdiği güçsüzlükle şut çekemiyor, çalımlarını ise yeterince çabuk atamıyordu. Yine de AEK ile oynadıkları ve ilk yarı 3-0 geride oldukları bir maçta, ikinci yarı oyuna girip 3 gol attı ve Çiriç’e; “Evet ben takım oyucusu değilim çünkü tek başıma takımım!” dedi...
Sansasyonel aşkları düşmüyordu magazin gündeminden. Basının oyuncağı olmuştu adeta. Hatta takım arkadaşı Vedat Okyar’la arasını açacaklardı bir kadın yüzünden... Ama Yusuf çok zekiydi gelmedi oyunlarına. Vedat’la aralarında hallettiler... Ondan dolayı Vedat Okyar “adam gibi adamdı” der onun için...
Bilen bilir, bu kadar gürültü çok fazladır Beşiktaş için. Bundan sebep koparıldı çok sevdiği Beşiktaş’ından. Ama siyah beyazla ayrı düşmedi. İzmir’in Altay’ı açtı kapısını. İçinde kopan fırtınalara inat başı dik ayrılıyordu İstanbul’dan. Kendi düşen ağlamazdı çünkü... Korkut Göze yazmıştı; Havaalanında görmüş onu giderken. Cebini gösterip ”Beş parasızım, havaalanından beni almazlarsa otele bile gidemem...” demiş. Sevdiği şehirden, takımından, arkadaşlarından, sevenlerinden böyle ayrılmak olmazdı ya neyse...
Altay’da hiç Yusuf gibi oynamadı. Bir maç hariç... Beşiktaş’la yapılan antlaşmaya rağmen çok ısrar edip forma giydi eski takımına karşı. Maç boyunca Beşiktaş’lı oyuncuların hepsi Yusuf’u çok iyi tanıdıkları için onunla karşı karşıya gelmekten ısrarla çekindiler. Ne kadar çabalasalar da Yusuf maç içinde hemen hemen bütün oyuncuları çalımladı ayrı ayrı. Adeta zevk için çalım atıyordu, o gün onu sahada izleyenler kaleye doğru değil geçmek istediği oyuncuların üzerine doğru top sürdüğünü gözleriyle görmüşlerdi. Fazla uzamadı hasreti. Geri döndü... Arkadaşı Yılmaz Güney ona zor dönemlerinde moral olsun diye ”Arkadaş” isimli filminde küçücük bir sahnede rol verdi, boş içki şişesi, sigara paketleri ve yarı çıplak bir kadınla birlikte göründüğü sahne tam olarak kendisiyle özdeşleşmiş bir roldü. Bir yıl daha dayanabildi futbola, artık vücudu kaldırmıyordu çünkü. Son sezonunda daha çok işin gösteri kısmındaydı Yusuf... Basket potalarına ayağıyla uzaklardan basket atması, televizyonun ilk yıllarındaki bir programda topun geçebileceği kadar genişlikteki delikten topu geçirebilmesi üzerine gösteriler yapıyordu. Beşiktaş’ın bir Brezilya takımıyla yaptığı dostluk maçında sahaya çıktı. Brezilyalı oyuncular iri gövdesi ve kilolu haliyle dalga geçerek onu güreşçiye benzettiler. Bir yerde okumuştum, yetenek torna tezgahından da geçse yetenektir diye, işte Yusuf o gün onu gösterdi herkese, altı Brezilyalı’yı geçip gol asisti yaparak... Yıllar sonra Beşiktaş minik takımının başına getirildi. Atilla Gökçe, kendi tabiriyle yeşil gözlü kartalını bir gün antremanda çocukları çalım atmamaları için uyarırken görmüş... Yusuf’tan daha iyi anlatacak kimse olmazdı zaten çalım atmanın faydalarını da zararlarını da...
Yusuf Tunaoğlu Türk futbolunun bir devrine damga vurdu. Ama ne attığı gollerle ne de yaptığı transferlerle... Sadece bir yıldızın futbolumuzdan nasıl kaydığını izlettirdi bizlere, elastik lakaplı Rivelino gibi yetenekliydi ama George Best gibi yaşamayı tercih etti. Bu diyardan göçü de aynı yaşamı gibi hızlı oldu. Dost sofrasından kalkmıştı, son sohbetiydi, yenik düştü kalbine... Yaşamı boyunca müthiş çalımları konuşulsa da, hayata asla çalım atamadı Yusuf, defalarca denedi ama her seferinde geri dönmek zorunda kaldı. En büyük çalımı da yine kendisinden, Yusuf’tan yedi... İzleyenler izleyemeyenlere anlatsın Yusuf’u. Doğruların yanlışların daha iyi görülmesi için bir musibetin binlerce nasihatten daha etkili olduğunun canlı kanıtı olması için... Türk futbolunun asla unutmayacağı ve her anıldığında yüreklerin cız ettiği, yarım bıraktığı herşeyin, sevenlerinin içinde ukte olarak kaldığı bir sembol oldu Yusuf...
Beşiktaş’ın yüzüncü yılıydı. İzlediğim bir maçta, Sergen seri çalımlarla ceza sahasına girip topuğuyla bir pas çıkardı ve o pas gol oldu. Ama bende dahil kimse gole sevinmedik çünkü aklımız Sergen’in çalımlarında kalmıştı. İçimden “ah Sergen dedim, yeteneğini doğru şekilde kullansaydın bugün bambaşka yerlerdeydin. Ama yine de futbol tarihimizin en büyük isimlerinden birisin. Gelecek kuşaklardaki tüm Beşiktaşlılar bilecek ismini, bende anlatacağım eğer bir gün oğlum olursa...” Birden kafamı kaldırdım. Karşımda ki tribünde “Efsane” yazılı koca bir pankart ve yanımda babam, elimden tutmuş Yusuf’un Kel Nihat’a Galatasaray maçında attırdığı golü anlatıyor. İşte o anda anladım efsanenin ne demek, anlatılanların da neden efsane olduğunu.
ellerine sağlık. harika bir yazı olmuş...
YanıtlaSilmükemmel bir yazı, babamın da unutamayıp anlattığı isim. Eusebio Yusuf deniliyomuş zamanında..
YanıtlaSilTopuz efsane olma fırsatını kaçırdığını yanmalı ya da bu şeilde gelse olurmyudu kafamı da kurcalamıyor değil hani ..
YanıtlaSilYukardaki yazıyı okuyarak ve özümseyerek şunu diyebilirim ki; Bu hafta Beşiktaş futbolcusu olmuş olsaydı bile efsane olabilmesi için adı adaylar arasına girmezdi bence.
YanıtlaSilEfsane, özellikle de Beşiktaş'da efsane olmak çok ciddi kriterler gerektirir, Baba Hakkı'nın, Şükrü Gülesin'in, Şeref Bey'in Süleyman Seba'nın, Sanlı Kaptan'ın, Yusuf'un, Feyyazlar'ın, Sergen'in yanında isminin ne kadar çiğ kaldığı zaten net.
Fenerbahçe ya da Galatasaray'da bu payeyi yakalamak daha kolay sanırım, belki yeni kulübünde efsane olur...
para nerdeyse orada biten sergen beşiktaş efsanesi olabiliyorsa o kriterler sadece laftır
YanıtlaSilYusuf Tunaoglu bir efsanedir. Ozellikle yasi geckin Besiktaslilar animsar gozu kapali adam gecisini.
YanıtlaSilYalniz konuyla alakasiz lakin sag tarafta yeryuzunun en kutsal formasini goremedim.
Sergen'in Beşiktaş efsanesi olması için çok sebebi var bence.
YanıtlaSil100. yıl performansı dahi yeterlidir.
Sağ taraftaki formalar özellikle sadece yabancı efsanelerden seçildi ki, burada gereksiz polemiklere sebebiyet vermeyelim. Doğal olarak her taraftar için kendi forması kutsaldır
Yusuf Tunaoğlu ile Sergen'i yanyana koymanız bile yeterlidir, birbirlerine ne kadar benzediklerini görmek için.
YanıtlaSilmalesef onu goremedık, cok sukur sergenı gorduk, umarım cocuklarımızda boyle efsanelere sahıt olur...
YanıtlaSilmuhtesem bir derleme, harika olmus. ellerine saglık